Uygur meselesi uzun yıllardır dünya kamuoyunun pek de dikkatini çekmiyordu. Ancak son yıllarda bölgedeki sorunun niteliği, boyutu ve Pekin yönetiminin meseleye yaklaşımındaki değişiklikler sonucu ciddi bir tırmanma sürecine giren bir etnik çatışma haline geldi.
Meselenin tarihi temellerinin dayandığı Doğu Türkistan Cumhuriyetleri ve sonrasında bölgenin Çin tarafından kontrol altına alınması ile kurulan ve Xinjiang Uygur Otonom Bölgesi olarak adlandırılan coğrafyada bugün yaşanan çatışma farklı iç ve dış dinamikleri bulunan bir krize dönüşüyor. Bu kriz, gelinen noktada sadece Çin’deki azınlık bir halkın baskı altında tutularak, insan haklarının ihlali boyutunu aşarak Çin’in genel iç politikası, kimlik siyaseti ve ulusal güvenlik algılamasındaki kilit bir unsur haline geliyor.
Meselenin kuşatılması ve devlet ile Uygurlar arasında yaşanan uyuşmazlıkların çözülmesi konusunda hiç çaba sarf edilmemesi, meseleye özellikle Soğuk Savaş sonrasında tamamen güvenlikçi bir perspektifle yaklaşılması, bölgenin ve bölgedeki insanların bir tehdit unsuru olarak algılanması, Uygurları sadece ülkedeki çoğunluğa ve devlete yabancılaştırdı. Dahası devlet tarafından uygulanan şiddet ve baskı bir yandan bölgeden kaçış ile başlayan bir Uygur mülteci sorununu ortaya çıkarırken, öte yandan da bölgedeki şiddet olaylarını tetiklemeye başladı.
Bugün artık Uygur meselesi Çin’in yükselen ekonomik gücü ve bölgesel ihtirasları ile jeopolitik ve stratejik bir boyut da kazanmaya başladı. Uygur meselesi artık hem Çin’in ‘Batı’ya Marş’ politikasının kilit noktası hem de daha güvenli enerji ve ticaret yollarının darboğazındaki bir bölgenin istikrarı ve güvenliğini de içine alan ciddi bir dış politika ve güvenlik konusu.
Uygur sorunu nasıl uluslararası bir hale geldi?
Aslında Uygur meselesi en başından beri Çin tarafından ciddi bir tehdit algılamasının parçası olarak görüldü. Soğuk Savaş’ın bitimi ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığını kazanmasından bu yana değişen bölgesel denklemler ve Çin’in ekonomik olarak yükselişiyle Çin yönetimi tarafından daha stratejik bir boyutta ele alınmaya başlandı.
Soğuk Savaş sonrası özellikle Balkanlar’da yaşanan etnik çatışmaların ortaya çıkardığı atmosfer, Çin’in meseleye yaklaşımındaki sertliği ciddi biçimde tırmandırdı. Bir yandan kurulan Orta Asya Cumhuriyetleri’nin yaratacağı etkiden duyulan endişe öte yandan da geniş anlamda Balkanlaşma olarak adlandırılan bölünme korkusunun yarattığı kaygılar Çin’in Uygurlara karşı izlediği politikalardaki şiddeti artırdı. Bölgede her türlü etnik ve siyasi talep bir tehdit unsuru olarak görülürken, Çin’in başlattığı ‘strike hard’ politikası ile ‘üç şer güç’ olarak adlandırılan ‘bölücülük, terörizm ve fundamentalizme karşı savaş’ adı altına bölgedeki her türlü farklı düşünce, kimlik ve sese topyekûn savaş ilan edildi. Bu noktada bölgedeki etnik ve dini haklar konusunda ciddi bir gerileme yaşandı.
Çin yönetiminin uzun bir süre kendi iç meselesi olarak muamele ettiği Uygur meselesi ilk kez bu dönemde daha uluslararası bir boyut kazanmaya başladı. Öncelikle bölgede artan insan hakları ihlalleri ve özellikle de 1997’deki Gulca olayları sırasında yaşanan polis şiddeti ve işkence başta Amnesty International olmak üzere birçok insan hakları kuruluşu tarafından uluslararası kamuoyunun gündemine getirildi. Dünyada birçok insan ilk kez Çin’deki bu problemi duymaya başlamıştı.