Yazar: odakhaber

  • Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Belki bazılarınız; “Hiç gereği yoktu böyle bir konuyu ele almanın” filan diyecek. Haklılar da bunu diyenler. Çünkü gerçekten de sırf Alevileri aşağılamak, horlamak için uydurulmuş saçma sapan iftiralarla yaftalamalar çok sevimsiz, çok itici bir durumdur.

    Ben de hiç girmek istemezdim konuya ancak el mahkum gireceğim. Çünkü yıl 2018 ve dünyanın sayılı metropollerinden biri olan İstanbul’un bir eğitim yuvasında maalesef bu hakaretlerden biri epeyce gündem oldu dün.

    Görmemiş olanınız da olduğu ihtimaliyle konuyu kısaca özetleyeyim.

    Olay geçtiğimiz pazartesi, İstanbul’un Arnavutköy ilçesinde, Cumhuriyet Ortaokulu’nda 7/L sınıfında yaşanmış. Adının baş harfi S. olan, Alevi bir öğrencinin din dersinde yaşanan skandalı ailesine haber vermesi ile patlak vermiş.

    Sonrasında okul müdürlüğünün de doğruladığı söz konusu skandalı size S. adlı öğrencinin anlatımıyla aktarıyorum:

    “Derse başladıktan sonra konu oruçlara geldi. Mübarek aylar ve oruçlardan konu açılmıştı. Ramazan, Şaban, Recep aylarını anlattı öğretmen. ‘Muharrem orucunu da Aleviler tutar’ dedi öğretmen, ‘Ama Alevilerin yaptığı yemek yenmez’ dedi. Bir arkadaşım da kalkıp ‘Hocam neden yenmez?’ diye sordu, öğretmen de ‘Aleviler Peygamber Efendimizi sevmezler, sadece torunları Hasan ile Hüseyin’i severler’ diye cevapladı. Aynı zamanda komşumuz olan ve aşure verdiğimiz bir sınıf arkadaşım öğretmene; ‘Ben Alevilerin yemeklerini yedim ama az yedim, bir şey olur mu?’ diye sorması üzerine öğretmen ‘Az yediysen bir şey olmaz’ dedi!”

    Değerli okurlarım… Sizden bir ricam var. Mümkünse bundan sonra okuyacaklarınızda o adının baş harfi S olan çocuğu Sevilay diye okuyun.

    Çünkü bu Sevilay da ve Sevilay gibi Alevi olan milyonlarca insan maalesef birçok defa bu aşağılık iftiralarla, hakaretlerle karşı karşıya kalmıştır.

    Sadece yemek de değildir bu cahil güruhun hakaret için kullandığı argüman.

    Daha da beterleri vardır.

    Ben ilkokul başta olmak üzere eğitim hayatım boyunca bu abuk, akıllara ziyan iftiralarla çok defa muhatap oldum.

    Allah’tan bizim dönemimizde böyle cahil öğretmenler yoktu.

    Allah rahmet eylesin… Mesela bir Din Bilgisi hocamız vardı. Kadir Hocam. Dört dörtlük bir din adamı ve öğretmeniydi. Konu Alevilik olduğunda evde, mahallede duyduklarını sorgu sual etmeden soran arkadaşları azarlar; “Yok öyle bir şey! Bunlar hep uydurmadır çocuklar! Aleviler ve Sünniler kardeştir. Bu uydurmalar, bu kardeşliğe nifak sokmak için söylenir” şeklinde cevap verirdi Kadir Hoca ve sonra da Alevilikle alakalı çok güzel hikayeler anlatırdı.

    Böyle olunca da tabii ben mutlu oluyordum. Çünkü Kadir Hoca şahane, çok saygı duyulan bir din alimiydi ve Aleviliği arkadaşlarımın ondan öğrenmesi bilhassa beni memnun ediyordu.

    O nedenle çok iyi anlıyorum Arnavutköy’de o ortaokul öğrencisinin duygularını, hissettiklerini…

    Eminim öğretmeninden; “Alevilerin yaptığı yemek yenmez!” laflarını duyduğunda her yanını ateş basmıştır.

    Öfkesi tavana vurmuş ve öğretmene herhangi bir harekette bulunmamak için de bütün dişlerini sıkıp, ellerini sıkı sıkıya yumruk yapmıştır yavrucak.

    Ve bir an evvel zil çalsın da, bitsin o lanet anlar ve evine gitsin diye sabır çekmiştir içinden.

    Nitekim öyle de olmuş.

    Okul biter bitmez eve gelip hıçkırıklarla anlatmış annesine konuyu.

    Neyse ki söz konusu okulun idaresi konuya hemen müdahale etmiş ve sözleşmeli olan öğretmenin görevini derhal sonlandırmış. Ama burada bir şey diyeceğim…

    Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Kim, nasıl farkına varacaktı o din dersine giren vatandaşın zır cahil biri olduğuna!

    Elbette ki hiç kimse!

    Ve maalesef o cahil insan kendisine okutulan kitaplardaki Aleviliği değil, anasının, babasının, ebesinin, dedesinin anlattığı hurafe hikayelerden duyduklarıyla Aleviliği öğrencilere anlatmaya devam edecekti.

    Ve ne yazık ki bir nesil daha bu topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca Aleviye önyargıyla, nefretle, öfkeyle büyümeye devam edecekti.

    Haksız mıyım?

    ***

    Doktorları kızdırmışım…

    İnsanlar bir garip…

    Koca bir yalan var ortada ve istiyorlar ki siz de ötesini berisini sorgulamadan filan o yalanın peşinden dümdüz gidin!

    Geçen Cuma, Kocaeli’nde intihar eden İsmail Devrim’in hikayesini farklı bir bakış açısıyla ele aldım.

    Devrim’i intihara sürükleyen meselenin oğluna sadece okul pantolonu alamamaktan kaynaklı olduğunu düşünmediğimi yazdım. Ve merhumu hayatına son verdiren o karara eskilerden gelen derin bir psikolojik rahatsızlığının sebep olduğunu söyledim.

    Ve her zamanki gibi iktidara muhalif grupların hışmına uğradım.

    Hakaret edenleri geçiyorum artık, aklı başında saydığım bazı dostlarım, arkadaşlarım bile bu meseleye bakış açımda niyetimin tamamen iktidara güzelleme yapmak olduğunu söylediler.

    Efendim ülkede derin bir ekonomik kriz varmış ve İsmail Devrim’i bu intihara sürükleyen de bu derin ekonomik krizmiş. Ben Devrim’in oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiği iddialarına karşı çıkarak bu ekonomik krizi örtbas etmeye çalışıyormuşum.

    Yazımın hiçbir yerinde ülke ekonomisine dair tek bir cümle kurmamışım.

    “Ülkede her şey yolunda, ortam güllük gülistanlık” dememişim.

    Demişim ki; “İsmail Devrim ekonomik bir buhran geçirdiği için değil, bir buçuk yıl önce geçirdiği iş kazası sonrası yaşadığı ‘Ben bittim, tükendim, benden hiçbir şey olmaz’ travmasının tedavi edilmemiş olması nedeniyle intihar etti!”

    Kıyamet koparttılar ama mühim değil. Umurumda da değil. Çünkü ben olayın hala böyle olduğuna inanıyorum ve kim ne derse desin buna da inanmaya devam edeceğim.

    Bu arada farkında olmadan doktorları incitmişim. Yazımın yayınlandığı gün bir arkadaşım Kadıköy’deki Medicana Hastanesi’nde operasyon geçirdi. Refakatçı bendim ve dolayısıyla da iki gün boyunca doktorlarla oturdum, kalktım. Çok sağolsunlar, arkadaşıma çok güzel baktılar ve onunla şahane ilgilendiler ama arada derede; “Aşk olsun Sevilay Hanım. Bu memlekette ne olsa getirip doktorların başına yıkıyorsunuz!” deyip ikide bir laf sokuşturup durdular bendenize.

    Tabii espriyle söylediler diye çok aldırış etmemiştim açıkçası serzenişlerine ama dün bir de Cerrahpaşa Üniversitesi Üroloji Bölüm Başkanı Profesör İsmet Nane tarafından aranıp; “Doktorlar İsmail Devrim’i geçirdiği iş kazası sonrası ruhsal sorun yaşayabileceğini de öngörüp ona göre hareket etmeliydi!” cümlelerim üzerine fırçalanınca olayın bayağı bir ciddiye alındığını anladım.

    Doğruya doğru, o kaza sonrası verilen raporu görmedim. Belki gerçekten de İsmet Hoca’mın dediği gibi İsmail Devrim’in psikolojisi de dikkate alınmıştır ve bu konuda da gereken tedavi önerilmiştir doktorlar tarafından.

    Bu konuda itiraz etmeyeceğim. Zira yazıyı yazmadan önce merhumun eşine ulaşıp sormak istedim konuyu ama ulaşamadım.

    Ancak benim zaten asıl amacım orada doktorları suçlamak değildi. İsmail Devrim’in yaşadığı ruhsal sorunların eskiye dayalı ve köklü olduğuna dikkat çekmekti.

    Hala da aynı noktadayım.

    Söz veriyorum öğreneceğim bir psikiyatrik tedavi görüp görmediğini ama yine söylüyorum.

    O intiharın sebebi pantolon filan değil!

    Mesele bazılarının görmek istememesine rağmen pantolondan çok daha büyük ve derin!

  • Kayıp yıldız, kayan yıldız oluyor

    Bir Suudi klasiğiyle sınır ötesi operasyona uğrayan gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan Prens Türki bin Bender, Prens Halid bin Ferhan  ve Prens Suud bin Saif el-Nasr’a kabarık bir kayıp listesi var Riyad’ın. Kaşıkçı’nın öldürüldüğü iddiası malum; Kral Salman’a muhalif üç prensin  ise Avrupa’dan kaçırıldığına dair deliller mevcut, ancak akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yok.

    Çin ise illüzyonla adam kaybetmekte daha şeffaf! Önce Interpol şefi Meng Hongwei’nin Çin’de kaybolmasıyla uluslararası bir hayret dalgası yaşandı; ardından Pekin adamın istifa ettiğini bildirdi kısaca. Aynı zamanda Çin Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısı olan Meng hakkında, rüşveti de içeren  yolsuzluk soruşturması yürütüldüğü bildirildi.

    Xinhua haber ajansı, Meng’in 2016’da çekilmiş bu fotoğrafını servis etti. 

    Meng Hongwei’in akıbeti çabuk ortaya çıktı, çünkü Pekin’den hiç beklenmedik bir acemilik söz konusuydu. Daha önce kayıp milyarder vakalarında, hedefteki kurbanların eşleri de bir şekilde görünmez kılınırdı. Hongwei’nin karısı Grace ise Interpol’ün merkezi Lyon’daydı, kocasından haber alamadığını Fransız polisine bildirip ailesi için koruma talebine bulunmuş, kocasının Whatsapp’tan gönderdiği bıçak emojisine kadar herşeyi açık etmişti. Yüzünü gizleyerek basın toplantısı bile düzenledi.

    ŞÖHRETLİ TAVUK

    Beyazperdede Çin’in en şöhretli uluslararası yüzü Fan Bingbing’in sır günleri ise daha uzun sürdü. Kendisinden temmuz ayından beri haber alınamayan yıldız geçen 3 Ekim’de ortaya çıktı.

    Fan Bingbing, geçen mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde kırmızı halıda.

    Son birkaç yıldır ekonomi yazarlarının analizlerinde sık sık şu Çin deyimine rastlanıyor: “Maymunu korkutmak için tavuğu keseceksin”; yani diğerlerine ibret olsun diye birini cezalandırmak anlamında… İşte Fan Bingbing’in de Pekin’in yeni tavuğu olduğuna dair genel kanı hakim.

    Önceki “tavuklar” Wanda, Anbang, Fosun gibi dev şirketlerin milyarder patronlarıydı. 2013’te Şi Cinping liderliğinde başlayan yolsuzlukla mücadele dalgasının ardından Pekin, parasını dışarıya çıkarmak isteyen yatırımcılara gözdağı vermek için milyarderlerin peşine düştü; çünkü sermaye çıkışı 2 trilyon doları bulmuştu. 2015’te üç şirketin yaptığı işlemlerle ilgili risk soruşturmaları yürütülürken, o yıl tam 5 milyarder ortadan yok oldu. Mesela 7 milyar dolarlık net varlığıyla “Çin’in Warren Buffet’ı” diye anılan, Fosun Grubu’nun başındaki Guo Guangchang; Guotai Yunan Int.’ın CEO’su Yim Fung… Bu kayboluşların çok ağır finansal sonuçları oldu. Hanenergy’nin Başkanı Lei Heijun, kaybolduğu için hissedarlar toplantısına katılamayınca şirket hisseleri yüzde 47 değer kaybetti: 18.6 milyar dolar uçtu gitti. Kayıpların hepsi de bir bir ortaya çıktı, hayat devam etti.

    KAMUOYUNDAN ÖZÜR

    Şimdi Fan Bingbing için de hayat devam ediyor. Ama nasıl? “X-Men: Days of Future Past”taki rolüyle uluslararası şöhrete kavuşan, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde jüri üyesi olan 37 yaşındaki Fan, Çin’in erkek egemen eğlence sektöründe ağır fakat emin adımlarla yükselmiş, kendi yapım şirketini kurmuştu. Şirketi, yılda iyi gişe yapan 4-5 film çıkarırken kendisi de oyuncu olarak dünyanın en çok kazanan yıldızları arasında yer alıyor, kırmızı halılarda ünlü imzaların tasarımlarıyla büyük sükse yapıyordu.

    Fan Bingbing, X-Men: Days of Future Past’teki rolüyle uluslararası şöhrete kavuştu.

    Sonra geçen temmuzda ortadan yok oluverdi. Milyonlarca hayranının 3 ay süren kaygı dolu bekleyişinden sonra 3 Ekim günü esrar perdesi aralandı. Fan, Çin’in Twitter’ı Weibo’daki hesabından bir açıklama yaparak kamuoyundan ve  hayranlarından özür diledi.  Yakayı ele verdiği vergi usulsüzlüğü nedeniyle büyük utanç içinde olduğunu, hayatında hiç olmadığı kadar derin acılar çektiğini anlatıyor, şöyle yazıyordu: “Benim için ulusal, sosyal ve bireysel çıkarlar arasında hiçbir ayrım olamaz. Kamunun önündeki bir birey olarak yasalara uymalı, toplumda ve sektörde öncü rol oynamalıydım. Yasaları ihlal ettiğim için tüm kamuoyundan ve vergi yetkililerinden içtenlikle özür dilerim. Bütün mali zorluklara rağmen cezai yükümlülüklerimi sonuna kadar yerine getireceğime söz veririm.”

  • Cemal Kaşıkçı CIA ajanı mı?

    Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolos-luğu’nda sır olan Cemal Kaşıkçı’nın akıbeti kadar kim olduğuyla da ilgili kafalar karışmış durumda. Çünkü 2 Ekim’de konsolosluk binasına girdikten sonra kaybolduğunda Suudi vatandaşı Kaşıkçı’nın Suudi Kralı’na muhalif yazarlığı ön plandaydı. Aradan geçen iki haftada ise buna CIA başta olmak üzere bir çok ülkenin gizli servisleriyle bağlantı, yani  “ajanlık” iddiaları da eklendi. Hatta Kaşıkçı’nın çift taraflı ajan olabileceği dahi konuşuldu, konuşuluyor. Dolayısıyla da öldürülmesi ya da kaçırılmasına neden olan gerekçeler arasında Washington Post’taki rejim muhalifi yazılarının yanı sıra fazlasıyla “casusluk” senaryoları da var. Bunda da Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Gizli Servisi eski başkanının danışmanı ve dünyaca ünlü işadamı  Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni olmasının payı büyük. Dahası Suudi yetkililerin muhalif gazeteciyi yakalamak üzere kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin Amerikan istihbaratı CIA’nın dinlemesine takılması gibi soru işaretleri söz konusu. Yani CIA bir yerleri(!) dinliyor ve olası gelişmelerden bihaber değil… Dün bu durumu MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür’e sordum. Tabii öncelikle de Cemal Kaşıkçı’nın CIA ajanı olma olasılığını. Yanıtı şuydu:

    Olabilir. Geçmişte Adnan Kaşıkçı için de aynı laflar çıkmıştı. Gerçi Libya’ya falan da silah veriyordu ama bu ABD’liler böyle kendilerine dokunmadığı müddetçe destek veriyorlar, yönlendiriyorlar. Biz de DHKPC’lilerle ilgili CIA’ya o kadar çok yer gösterdik, bilgi verdik ama bir şey yapmadılar. Onun için Cemal de olabilir, niye olmasın.

    CIA kendi adamını riske atar mı?

    Bakalım ne yapacak? Kaçırılmak istendiğine dair veri var dediler, bakalım ne çıkacak arkasından? Demek ki birilerini dinliyorlar. Belki adamın üzerinde de dinleme vardı. Olamaz mı? Eğer bu adamı bir şekilde bayılttılarsa ya da öldürdülerse diyelim üzerinde de mikrofon falan varsa vericiden almışlardır.

    Deri altına yerleştirme falan mı?

    Bir yere gizlemişlerdir, kişinin dişine bile yerleştiriliyor. Girerken adamı soyup vücudunu aramıyorlar ki, öten bir şey değilse, görünen bir yerinde değilse dinlemek kolay. Önemli olan pilin ömrü, yani kısa süreler için her zaman müsait. Uydu üzerinden her şey kolay.

    Ne çıkar bu olayın sonunda?

    Sessiz sedasız alıp götürmek varken konsoloslukta adam kesme falan olduğunu kesinlikle zannetmiyorum. Ama ortalık bu kadar karıştığı için bu adamı aldık biz yargıladık öldürdük ya da hapishanede duruyor falan diyemezler. Çünkü girdi, gitti dediler, geri dönüş yapmaları çok zor. Bunu ilk başta yapsalardı kendisiyle ilgili şüphelerimiz vardı aldık götürdük, hatta konuştuk kendi isteğiyle geldi bile diyebilirlerdi. Kim yalanlayacak… Kimse de bir şey diyemezdi… Onun için sesiz kalacaklar diye düşünüyorum. Ama başka kanallardan neyin ne olduğu ortaya çıkarsa ki muhakkak bunların da içinde ABD’ye hizmet edenler vardır. Bir yerden bir şeyler gelir.

    Nasıl?

    CIA zaten dinlemiş. Neredeki dinleme acaba? Türkiye’deki konsolosluktaki mi yoksa Prens Selman’ın odasındaki, makamındaki mi? Orada da mikrofonları yerleştiren bir yaver olabilir? Dinleme nereden çarptı orası önemli…

    CIA hesabını sorar yani?

    Sorar. Zaten hem Trump’ta hem de Suudi Arabistan’da Prens Selman’a karşı muhalifler arasında kıpırdanma var. Belki sesleri tam çıkmıyor ama perde arkasında bir şeyler yapıyorlardır mutlaka. CIA da onları biliyordur, desteği verdi mi Selman gider… Kim bilir bu arada Selman ABD’ye ne sözler verdi…

  • Hak, hukuk, adalet ve Allah korkusu

    Bazen söz bitiyor. Bir olay olduğunda, bir haksızlığa şahit olduğumuzda ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi bilmez hale geliyoruz.

    Medeni ülkelerde böyle durumlarda konu yargıya havale edilir.

    Yargı hem suç işleyenin cezasını verir hem de mağduriyeti ortadan kaldırır.

    Eğer bir adalet mekanizması yoksa, hukuk güçlüye söz geçiremiyorsa, mağduriyeti gideremiyorsa bütün çaresizliğimizle ve son bir umutla “Sen Allah’tan korkmuyor musun?” diyerek son ve yüce makam gördüğümüz Allah’a havale eder o insanın vicdanını harekete geçirmeye çalışırız.

    İktidarın yaptığı yanlışların hesabını soracak, mağduriyetleri giderecek bir yargı olmadığı için Allah korkusunu hatırlatan, yaptıklarının sadece adalete değil İslam’a, Müslümanlığa, insanlığa, vicdana da sığmadığına vurgu yapan bir yazı yazmayı düşündüm.

    Mesela şöyle demeyi düşünüyordum: Hz Ömer’in devlet işini yaparken devletin mumunu, özel işini yaparken kendi mumunu kullandığını vaaz edip durdunuz.

    Fakat şimdi devlet kasası ile sizin kasanız birleşti.

    Mitingler, seçim kampanyaları, iktidarınızı korumak için yaptığınız tüm faaliyetler…

    Hepsi devletin parası ile yapılıyor. Hani nerede Müslümanlık? Hani nerede o Allah korkusu?

    Fakat diyemedim.

    Veyahut Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz ay bir askerî birliği ziyaret etmiş. Yemek yerken yanına aldığı iki askerle fotoğrafları var.

    Üstelik yemekteyken o askerlerin ailelerini arayıp “Evlatlarınız bize emanet müsterih olun” demiş.

    Fakat geçtiğimiz günlerde o iki asker Suriye’de şehit oldu.

    Ama başbakan her ortamda fıkra anlatmaktan, espri yapmaktan geri durmuyor.

    Şöyle demeyi düşündüm: Emanete ihanet etmek, o çocuklara sahip çıkmamak üstelik bu durumdayken gülmek, fıkra anlatmak en küçük bir mahcubiyet belirtisi göstermemek Müslümanlığa, İslam’a, insanlığa, vicdana sığar mı?

    Allah’tan korkmuyor musunuz da kendi çocuklarınız lüks, şatafat içinde yüzerken fakir fukaranın, kimsesizlerin çocuklarını birer birer ölüme gönderiyorsunuz?

    Ama söyleyemedim.

    Ya da KHK ile yüz binlerce insan işinden oldu.

    Öyle acı hikayeler var ki okudukça insanlığımızdan utanıyoruz. İnsanlar aç, işsiz, perişan. Anneleri, babaları tutuklandığı için 3-5 aylık çocuklar ortalıkta kalmış.

    On binlerce mağdur var ve kimseye sesini duyuramıyor.

    Bunu hatırlatıp iktidar mensuplarına şöyle demeyi düşünüyordum:

    “Dicle kenarında Kurt kapsa koyunu / İlahi adalet sorar Ömer’den onu” yaklaşımını benimsediğinizi söyleyerek insanlardan oy aldınız.

    Şimdi sırf iktidarınızı korumak için yüzbinlerce insanın hayatını cehenneme çevirdiniz.

    Hani ne oldu o ilahi adalete? Hani ne oldu sizin o ilahi adalet korkunuza?

    Fakat soramadım.

    Mesela üniversitelerden binlerce akademisyen ihraç ediliyor.

    Aralarında iktidar mensuplarının tanıdığı kimi hocalar da var.

    Bundan dolayı kimi iktidar mensupları son ihraçlara şüpheyle yaklaşıyorlar.

    Kendi tanıdıkları isimler olmasa bu kıyıma, bir ülkeyi cehalete sürükleyen bu akıl almaz işlere ses çıkarmayacaklar.

    Bunu hatırlatıp şöyle diyecektim: Bu suskunluğunuz, bu teslimiyetiniz bu ‘bizden değilse canı cehenneme’yaklaşımınızın neresi İslam’a, Müslümanlığa sığıyor?

    Allah’tan hiç mi korkmuyorsunuz da bu ülkeye bu kadar kötülük yapıyorsunuz?

    Ama soramadım.

    En önemlisi de, iktidar kamuya personel alırken mülakat sistemi getirdi.

    Üniversiteyi birincilikle bitirmiş, KPSS’de yüksek puan almış fakat kendinden görmediği bu ülke evlatlarını mülakatlarda eliyorlar.

    Kendinden olmayana hayat hakkı tanımıyorlar.

    Eğer kul hakkı denen bir şey varsa, tam da bu.

    Bunu hatırlatıp “Siz Allah’tan korkmuyor musunuz? Siz kul hakkı yemekten, bu yükle ölmekten hiç mi korkmuyorsunuz?” diye soracaktım.

    Bunu da soramadım.

    Bütün bunları soramadım çünkü bir şey fark ettim: İktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın bile artık bir işe yaramayacağı duygusu hakim bende.

    En zalime bile son bir umutla hatırlattığımız Allah korkusunun da artık işe yaramayacağını düşünür duruma gelmek…

    Hakikaten asıl vahim olan bu.

    Bunun iki yönü var. Birincisi iktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın, kul hakkı, inanç terbiyesi, Müslümanlık gibi değerlerin bile etki etmeyeceğini düşünmek onlar açısından korkunç bir durum.

    Çünkü insanlığından, vicdanında, inancından bütünüyle umudumuzu kestiğimiz insanlara karşı böyle bir hisse kapılırız.

    İkinci yönü de şu: Dini, dindarlığı siyasetin malzemesi yapan İslamcılar, kendilerini dindar olarak tanımlayanlar inancımızın içini boşalttılar.

    Temiz bir duyguyla sığındığımız en kıymetli değerlerimizi kirlettiler, işe yaramaz hale getirdiler.

    O inancın verdiği terbiyeye olan güvenimize ağır bir darbe vurdular.

    Esasında bu durum bize bir şey daha gösterdi: İnsan olmadan Müslüman olunmuyor. İnsan olmadan bir dine, bir inanca sahip olunduğunda tam tersine daha büyük sorunlara kapı aralıyor.

    Yani vicdanı olmayan, hak, hukuk, adalet duygusu gelişmemiş insanların inancı da sahicilikten uzak oluyor. İnanç o kimseye bir değer katmıyor.

    Diyeceğim o ki “Sen Allah’tan korkuyor musun, bunca haksızlığı yapıyorsun, kul hakkı alıyorsun?” demenin bile işe yaramadığını düşündüğümüz, hatta gördüğümüz insanlara referandumla bütün yetkiyi vermek…

    Bir ülke için, o ülkede yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir felaket ne olabilir ki?

  • Kilo kontrolü için 5 mühim tavsiye

    Kilo vermek bir hayli güç ve zahmetli bir iş. Verilen kiloları geri almak ise çok kolay. Bu bilgiyi istatistiksel veriler de doğruluyor, kilo verenlerin yüzde 70’inden fazlası 1 yıl geçmeden yüzde 90’ı da en çok 5 yıl içinde eski kilolarına geri dönüyor. Peki bu işin kalıcı olması gayretlerin başa çıkmaması için ne yapmalı? İlk tavsiyem şunlar: Kilo verdikten sonra da doğru beslenme alışkanlıklarınızı ısrarla sürdürün ve her gün bıkıp usanmadan egzersiz yapın. Beslenmenizi ciddiye alın ve her gün en az 5000, mümkünse 7500 adım atma görevinizi yerine getirin. Peki ya diğerleri? Hazırsanız, buyurun…

    Protein tüketiminizi artırın

    Eğer kilo probleminiz varsa, hele hele insülin fazlalığı ya da insülin direnci gibi bir sorun da söz konusuysa proteinden zengin, karbonhidratı sınırlı bir beslenme planını ısrarla uygulamak akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor. 
    Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntılar ise şunlar: Sadece hayvansal proteinler değil, bitkisel proteinleri de sürece dâhil etmek lazım. Daha hızlı kilo kaybı yapar düşüncesiyle proteinlere aşırı yüklenmemek de önemli bir nokta. Protein seçimlerini yaparken biyolojik değeri yüksek proteinleri seçmekse son derece akılcı bir yaklaşım.

    Probiyotik gücünüzü çoğaltın

    Kilo dengesini korumada ve besinleri sağlıklı, doğru ve hakkıyla hazmetmede bağırsaklardaki probiyotik güç son derce etkili.
    Probiyotik bakterilerin yalnızca hazmı kolaylaştırmadıkları, aynı zamanda gıdalardan kazanılan enerji/kalori değerini de belirledikleri anlaşılıyor ki bu son derece mühim bir gelişme. Yakın zamanda yapılan pek çok araştırma aynı miktar ve yapıda besin alınmasına rağmen farklı probiyotik güce sahip bağırsaklar o besinlerden farklı miktarlarda enerji kazanımına yol açabiliyor. 
    Bu bilginin anlamı şu: Diyelim ki bir tabak pirinç pilavı tükettiniz. Eğer bağırsağınızdaki bakteri yükü problemli ve yetersiz ise bir başka deyişle biyolojik denge bozulmuşsa o pilavdan ürettiğiniz yani kazandığınız kalori miktarı daha fazla olabiliyor. 
    İşte bu nedenle kilo sorunu olanların probiyotik sorunlarının olup olmadığını da öğrenmeleri, en azından probiyotik desteklerinden faydalanmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. 
    Küçük bir ayrıntı daha: Kilo kazanımını önleyen probiyotikler de araştırılıyor ve yakında hizmetinize sunulacak gibi görünüyor.

    Glisemik yükü düşürün

    Besinlerinizdeki glisemik yük çoğaldıkça, yani glisemik indeksi yüksek besinlerin miktarı arttıkça kan şekerinizin yükselme hızı da, seviyesi de fazlalaşacaktır. 
    Bunun diğer anlamı ise insülin patlamaları, hiperinsülinemi gelişimi, neticede de insülin direncine bağlı kilo kazanımıdır. 
    Hangi besini seçerseniz seçin içinde karbonhidrat varsa o besinin glisemik yükünü sorgulamadan ağzınıza bile sürmeyin. Meyve mi yiyeceksiniz, inciri değil elmayı tercih edin. 
    Çünkü glisemik yükü daha azdır. Elma mı yiyeceksiniz, suyunu, püresini değil, kabuğuyla birlikte kendisini yiyin, çünkü glisemik indeksi daha düşüktür.
    Canınız pilav mı çekti? Pirinç değil kepekli bulgur pilavını tercih edin, glisemik yükü daha azdır. 
    Özeti şu: Kilo sorunu olan herkesin ama herkesin özellikle de insülin direnci olanların glisemik yük konusunu öğrenmeleri şart!

    Posaya ağırlık verin

    Daha çok posa, daha az şeker kazanımı, dolayısıyla daha az insülin patlaması ve daha az yağ üretimi anlamına gelebilir. İşte bu nedenle kilo sorununu çözmek isteyenlerin de, kolesterol, damar sertliği problemine çare arayanların da, tansiyon derdine yardımcı olmak isteyenlerin de posa tüketimlerini artırmaları lazım. 
    Bu da daha bol ve sık sebze tüketmek ve bakliyatları ihmal etmemek anlamına geliyor.

    Gluteni sınırlayın

    Gluten tahıllarda bulunan bir protein. Bazı kişilerde intoleransa, bazılarında da alerjiye yol açıyor. Gluten intoleransı ile kilo sorunu arasında da bir bağlantı olabileceğini gösteren bulgular var. 
    Yani bazıları için gluten obezitesi gibi bir durum söz konusu olabilir. İşte bu nedenle beslenme modelinizdeki gluten oranını minimize etmeye çalışın. 
    Gluten miktarı yüksek besinlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşın. Bu da basitçe un ve nişasta içeren gıdalardan, yani ekmekten, makarnadan ve tahıl ürünlerinden uzak durmak anlamına geliyor.

  • Boğaziçi Üniversitesi’nde verimlilik kongresi

    TÜRKİYE Verimlilik Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi’nin işbirliği ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle 13-14 Ekim tarihlerinde (yarın ve pazar günü) Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampusu’nda, ‘Kreatif Endüstrilerde Verimlilik Kongresi’ gerçekleştiriliyor.

    Türkiye’deki kreatif endüstrileri altı farklı komisyonda (Müzik ve Gösteri Sanatları Komisyonu, Sinema, Radyo ve Televizyon Komisyonu, Edebiyat ve Yayıncılık Komisyonu, Görsel Sanatlar, Medya ve Reklamcılık Komisyonu, Dijital Kültür ve Yeni İş Modelleri Komisyonu, Kültürel Miras ve Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Komisyonu) ekonomik verimlilik açısından değerlendirilecek, katılımcılarla fikir alışverişi yapılacak ve kongre bildiri metni yayımlanacak.

    Amaç: Türkiye ve dünyadaki değişme ve gelişmeleri izleyerek, verimlilik alanında sürdürülebilir kalkınma ve rekabet odaklı ekonomik hedeflere uygun olarak çevre dostu verimlilik politika ve stratejileri hazırlamak, ekonominin tüm kesimlerine, sektörlerine ve işletmelerine yönelik araştırma, eğitim, danışmanlık, yayın, tanıtım ve rehberlik, ölçme, izleme ve değerlendirme çalışmaları yapmak, enstitü, araştırma ve eğitim merkezleri, orta ve yükseköğretim eğitim kurumları kurmak ve işletmek, toplumda verimlilik kültürünün geliştirilmesi ve verimlilik bilincinin oluşturulmasına, verimliliği arttırma program ve projelerinin özendirilmesine ve teşvik edilmesine yönelik çalışmalar ve belgelendirme yapmak ve bu konularda kamuoyuna ve ilgili kurum ve kuruluşlara çözüm seçeneklerinin oluşmasında katkıda bulunmak.

     

  • On maddede Cemal Kaşıkçı hadisesi

    Suudi Gazeteci Washington Post yazarı, Muhammed Bin Selman muhalifi ve Türkiye dostu Cemal Kaşıkçı’nın ölümü ile ilgili iddialar akıllara durgunluk verecek türden vahşi detaylar içeriyor. Kaşıkçı’ya işkence edildiği ve parçalara ayrıldığı da iddialar arasında. Kayboluşundan öldürülme biçimine, kimlerin öldürmüş olabileceğine, Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu kaybolma-cinayet vakasındaki rolüne ilişkin onlarca iddia var.

    Şimdiye kadar kabul gören ve yetkililerin araştırmalarına referans teşkil eden kısımlar şöyle:

    1) Kaşıkçı, Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’na giriş yaptı ve ondan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Kaşıkçı’nın binaya girdiği ispat edilebiliyor. Ancak aynı kameralar Kaşıkçı’nın çıktığını tespit etmemiş.

    2) Evlilik ile ilgili işlemler nedeniyle konsolosluğa giden Kaşıkçı, içeri girmeden önce nişanlısına AK Parti Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve Türk Arap Medya Derneği Başkanı Turan Kışlakçı’nın irtibat numaralarını veriyor. Demek ki bu kadarını beklemese bile, az da olsa başına bir şeyler gelmesi ihtimalinden endişe ediyor. Çünkü ABD ve İngiltere’nin reformlarını öve öve bitiremediği Muhammed bin Selman saray darbesiyle iktidara gelmiş bir isim ve tepeden tabana doğru inen katı yaptırımlarla reformların gerçekleşebileceğini savunuyor. Kaşıkçı ise, gerçek reformun ve gerçek modernleşmenin topluma demokratikleşme fırsatı vermekle mümkün olduğunu savunuyor.

    3) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile MİT geniş çaplı bir inceleme yürütüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Pazartesi günü yaptığı açıklamada Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı’nın konsolosluktan çıktığını ispat etmesi gerektiğini söyledi.

    4) Turan Kışlakçı, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolduğu gün olan 2 Ekim günü Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye iki ayrı uçakla gelen 15 kişilik bir ekip olduğunu iddia etmişti. Yapılan araştırmalarda Arabistan’dan H2-SK1 ve H2-SK2 kuyruk tescilli iki uçağın birer saat aralıklarla Atatürk Havalimanı Genel Havacılık Terminali’ne iniş yaptığı ve uçaklarda 13 kişi olduğu öğrenildi.

    5) Acı gerçek şu ki, konsolosluk ve elçilik binaları ilintili oldukları ülkenin toprağı sayılır ve ev sahibi ülke, yabancı ülkenin toprağı sayılan bu binalara dilediği zaman dilediği şekilde girip arama, inceleme yapamaz. 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi nedeniyle, Türk emniyet unsurlarının Başkonsolosluk binasını “suç mahali” olarak tanımlayarak inceleme yapması ancak Suudi Arabistan hükümetinin izin vermesiyle, yani Türkiye ile işbirliği yapmasıyla mümkün. Ancak Kaşıkçı’nın ziyareti esnasında -her nedense- kameralar çalışmıyordu ve bunu ifade eden de bizzat Başkonsolosluk idi. Sadece bu gösterge bile Suudi Arabistan’ın çözüm üreten bir işbirliği içinde olmayacağını anlatmaya yeterli.

    6) Suudi Veliaht Prensi, bir yandan Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili iddiaları yalanladı, diğer yandan, Türk hükümetinin istemesi durumunda başkonsolosluk kapılarının açılabileceğini söyledi. Prens bu açıklamayı yaparken Türkiye, Suudi Arabistan Büyükelçisi’ni ikinci kez Dışişleri Bakanlığı’na çağırmış ve ikinci kez arama izni talep etmişti.

    7) Dün, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın durumuyla ilgili, “Soruşturma çerçevesinde konsolosluk binasında inceleme yapılacaktır” dedi. Çünkü, Viyana sözleşmesi, konsolosluk binalarına dokunulmazlık tanımakla beraber ‘diplomatik misyon şefinin muvafakati’ ev sahibi ülke makamlarının konsolosluk binasında inceleme yapabilmesini mümkün kılabiliyor. Ne çare ki, Kaşıkçı’nın son görüldüğünden bu yana izleri kapatmaya yetecek zamanları vardı.

    8) Ankara, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmadığını, öldürüldüğünü ve bu cinayetin konsoloslukla ilgili olduğunu düşünüyor. Ancak sorun şu: Ortada bir ceset yok. Ceset olmadığı için, kimi ne ile itham edeceğiniz sorunu baş gösteriyor, hele hele Suudi hükümetini suçlamanız daha da zor hale geliyor. Çok güç de olsa, günler sonra gerçekleşecek konsolosluk aramasında önemli bir bulgu elde edilirse, o başka.

    9) Suudi gazetecinin İstanbul Başkonsolosluğunda öldürüldüğü kesinleşse ve diplomatların cinayetteki rollerine dair saptamalar yapılabilse dahi, Türkiye’nin diplomatik dokunulmazlığı bulunan kişilere uygulayabileceği tek yaptırım var, onları persona non grata ilan etmek ve Türkiye’den ayrılmalarını sağlamak.

    10) Ancak cinayetin iddia edildiği mahalde gerçekleştiği kesinleşirse, o zaman bu eylem uluslararası sözleşmelerin ihlalinin dışında Suudi Arabistan devletinin İstanbul’daki Başkonsolosluğunu kullanarak Türkiye’deki hukuk ve kamu düzenini hiçe saymış olduğunu belgeleyecek. Ankara Riyad’a tepki olarak kendi büyükelçisini çekebilir ve Türkiye’deki Suud büyükelçisinin ayrılmasını da isteyebilir.

    Sonuç: Her hâlükârda Türkiye-Suudi Arabistan ilişkisi kötü etkilenecek. Ancak gidişat biraz da, ABD’nin, Washington Post’ta yazan Cemal Kaşıkçı’ya ne kadar sahip çıkacağına, Suudi Arabistan’a hak ettiği cevabı verip veremeyeceğine bağlı. ABD, eğer hem gazetecisine hem Türkiye’ye yapılan saygısızlığa karşı ciddi bir tutum takınırsa Suudi Arabistan yönetimi cinayeti aydınlatmak zorunda kalır ve bedel öder. Aksi bir tutum ve davranış ise, Türkiye’yi Rusya ve İran’a iten olaylar zincirine bir halka daha ekler.

  • Mobilya sektöründen bildiriyorum

    Döviz kurlarındaki dalgalanma stabilize olmuş görünüyor. Trump ve Mike Pence’in Brunson krizi üzerinden Türkiye’yi hedef gösterdikleri ve literatüre Türkiye’nin ‘Kara Cuma’ sı diye giren; 1 doların 7 TL’yi aştığını gördüğümüz o günkü hava yok. Sözkonusu dalgalanmanın ve ortaya çıkan avantajsız durumun ‘ekonomik kriz geliyor’ feveranını haklı çıkarmayacağını düşünenler Bodrum’un 9 gün süren bayram tatili süresince nüfusunun nasıl da kalabalıklaştığını örnek gösteriyor.

    Kriz beklentisi içinde olmak ve sürekli panik halinde olmak durağan bir ekonomiyi bile zora sokar, doğru. Soğukkanlılıkta fayda var. Ancak herhalde kimse doların 6 TL üzerinde stabilize olmuş olmasından sorunların tamamen geride bırakıldığını düşünmüyor. Düşünmeyi bırakın, küçük ve orta ölçekli işletmeler, üreticiler şimdiden fazlasıyla etkilenmiş durumda. Çünkü üretim kelimesinin ilk harifini söylediği anda ithalatın, dövizle alışverişin sularına girmiş oluyorlar.

    2017 yılı verileri ithalattaki artışın, ihracattaki artıştan daha fazla gerçekleşmiş olduğunu ortaya koymuştu. İşin ilginci bu durum, son yılarda ithalata getirilen tarife ve tarife dışı engellere rağmen gerçekleşti.

    Nedeni üretim kalemlerimizin pek çoğunun ithal malzemeye dayanması.

    Nedeni, iyi bir montaj ülkesi olmamıza rağmen hammadde fakiri bir ülke olmamız.

    Düşünün ki, ithalatta; hammadde, yarı mamul madde gibi girdi türü ürünlerin, toplam ithalattaki payı % 85 civarında. Yani bir şey üretip ihraç edebilmemiz ithal edebilmemize bağlı.

    Düşünün ki:

    Ahşap yonga levha ve türevleri ithal

    Tüm plastik malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm metal malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm yarı iletken elektronik malzemeler ithal

    İTHALAT BAĞIMLILIĞINDAN EN ÇOK ETKİLENEN SEKTÖR

    Misal, mobilya sektörünü ele alalım. Türkiye mobilya konusunda oldukça önemli bir çıkış yakalamış durumda. Mobilya demek sadece oturma grubu, konsol ya da dresuarlardan oluşmuyor malum. Özelliği olan ahşap ve metal mobilyalar ve mobilya aksamı (parçaları), MDF plakalar, aliminyum saç levhalar,  yatak grupları da mobilya sektörünün alt grupları. 2016 verilerine göre Türkiye dünya çapında yüzde 1.5 pazar payı ile mobilya ihracatı yapan ülkeler sıralamasında 15’inci sıradaydı.Gelgelelim bir de aynı sektörde ithalat yapan ülkeler sırlaması var. Türkiye o sıralamada 16. Sırada.Yukarıda da dediğimiz gibi, mobilya yapıp ihraç edebilmek için çok sayıda ‘şey’ ithal etmek zorundayız.

    En başta mobilyanın ana maddesi, özellikle panel mobilyalar için vazgeçilmez olan MDF plakaları üretebilmek için ihtiyaç duyduğumuz tomrukları ithal ediyoruz. Amerika’dan ve Rusya’dan. Nedeni iklim olarak gösteriliyor. Tomruk elde etmek için kullanılan ağaçlar bu iki ülkede iyi yetişiyor. Hiç değilse bir kısmını ülkemizde yetiştirmeyi denedik mi, şüphem var.

    Sadece tomruk değil, aliminyum mobilya aksesuarlarımız da ithal.

    Sadece aliminyum değil, yine mobilya için vazgeçilmez olan saç levhalar için gerekli demir hurdası, demir cevheri, bakır hurdası, bakır cevheri gibi materyalleri de ithal. Hurdaları-cevherleri alıp saflaştırarak saç levha yapıyoruz. Bunlar sözkonusu sektörün hammaddeleri olduğu için üreticisine de hammadde üreticisi diyoruz. Ama o hammaddeleri elde etmek için de ithalat yapmak gerekiyor.

    SEKTÖR İÇİ İSTİSMAR YILDIRICI HALE GELMİŞ DURUMDA

    Ancak sorun orada bitmiyor: Sözkonusu malzemeleri yani saç levhaları, MDF ve yonga levhaları yapan, hammadde üreticisi fabrikalar döviz kurlarını bahane ederek, dalgalanma olsun olmasın zam yapıyorlar, keyfi olarak satışı durdurabiliyorlar. Yani: Ara mamül üreticisi o mamülleri satın alarak nihai şeklini verecek küçük orta ölçekli mobilya üreticisini sürekli olarak istismar ediyor.

    Hemen bayram öncesinden, taze bilgi misal… Saç levha satışları, levhalar kısa süre önce zamlanmasına rağmen bayram öncesine tekabül eden dalgalı süreçte tamamen durdu. Sebebi malum: Stokçuluk

    Ahşap malzemeler; MDF ve Yonga levhalar için ise fabrikalar ‘bayramdan sonra %20 zamlanacak, ona göre’ mailleri atmışlardı üreticilere. Oysa zaten, bayramdan on gün kadar önce %7 oranında zam yapmışlardı.

    Üçüncü hava limanında kullanılmasından dolayı mobilya sektöründe tek başına enflasyon arttırıcı bir materyal haline gelen ‘kompakt laminant’ bir istismar aracı olmuş durumda. Şöyle ki, üç üretici var, üçü de yerli, yıl içinde dört-beş kere zam yaptılar ve buna rağmen avro ile satış yapıyorlar.

    Dikkatinizi çekiyorum, dışarı değil, içeri, iç piyasaya avro ile satış. Hem de ‘yerli ve milli hassasiyetlere sahip bütün vatandaşlar kenetlenecek, kriz algısı yaratılmayacak’ döneminde.

    Sonuç: küçük orta ölçekli mobilya üreticisinin mecburen ve çok zahmetli olmasına rağmen Çin’e yönelmesi ve dış ticarete bir ‘ithalat’ kalemi daha eklenmesi.

    KÜÇÜK-ORTA ÖLÇEKLİ ÜRETİCİ FİRMALAR BU ŞEKİLDE AYAKTA KALAMAZ

    Çok merak ediyorum, içinde olduğumuz ‘darboğaz’ serbest piyasa teamüllerini rafa kaldıracak, ‘ekonomik kriz’ diyeni hain ilan etmeyi gerektirecek kadar hassas ise, sözkonusu üç üreticinin iç piyasaya avro ile satış yapması nasıl makul olabiliyor?

    Yerli hammadde üreticileri yerli küçük orta işletlemelerini ezen fırsatlar peşinde koşarken nasıl milli olunuyor?

    IPhone kırmak, bu marka dışındaki herhangi bir telefonla selfie çekip Türk bayraklı profillerden yayınlamak yetiyor mu?

    Sözün özü, küçük orta ölçekli işletmeler, istismarları önleyecek; hasarı, riskleri, yükü paylaştıracak önlemlere ve düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin ne kadar büyük ve güçlü bir ekonomi olacağı ile ilgili retorikler yüreklendirici olsa da yeterli değil. Zira malum, ‘gelecek’ önemli, lakin herşey ‘şimdi’ oluyor.

  • Gol atmayı bilmiyoruz!

    “Gençlerle yeni bir oyun felsefesi kuracağım” diyor Mircea Lucescu…

    Bosna Hersek karşısında oyunu gördük, ancak felsefeyi pek çözemedik. Genç dediğimiz oyuncuların tamamı takımlarında ilk 11’de oynuyor. Üstelik sahaya çıkan takımın 7’si Avrupa’nın çeşitli kulüplerinden çağrılmış…

    Artık, günümüz futbolunda gençleşme modeli yerine performansı iyi olan her futbolcu “genç” sayılıyor. Üstelik Milli Takım düzeyinde olunca, oyuncu seçimi de bu yönde ağırlık kazanıyor…

    İşin bu yönü tartışılır…

    Romen teknik adamla bugüne kadar 14 maça çıktık. İnişli çıkışlı bir grafik ortada… Çokta başarılı olduğu söylenemez.

    Pazar günü Rusya ile oynayacağımız UEFA Uluslar Ligi öncesi yapılan hazırlık maçı önemliydi. Elde ki oyuncuların durumunu görmek ve uygulanacak taktiği prova etmek için iyi bir fırsattı…

    Lucescu, Rusya karşılaşmasının kadrosunu sahaya sürmek yerine, “gençleri görmek” istedi anlaşılan. Elbet bir bildiği vardır…

    Bosna Hersek, fizik gücüyle oynayan yüksek toplarda etkili bir takım. Bize göre zayıf bir takım. Teknik becerisi üst düzey oyuncu sayımızı daha fazla. Tecrübe anlamında yine öndeyiz…

    Üstelik kendi seyircimiz önünde oynuyoruz. Neresinden bakarsanız bakın avantajlıyız anlayacağınız…

    Karşılaşmaya bakıldığın da oyun kontrolü Türkiye’nin elinde. İyi paslar yapıyoruz. Orta alanda bir tepkiyle karşılaşmayınca rahat oynuyoruz açıkçası…

    Fakat, bir eksiklik söz konusu. Atakları bir türlü sonuçlandıramama gibi… İlk yarı rakip takım iki kez kalemize gelirken, çok sayıda atağımızın olduğu ortada. Atılan şutlar, karşı karşıya kaçırılan fırsatlar…

    Karşılaşmanın tamamında senaryo değişmiyor. Bosna Hersek takım olarak sahasına kapanınca topla oynayan, atak yapan, fırsat bulan Milli oyuncularımız son vuruş bir türlü yapamadılar…

    Zayıf bir takım karşısında sonuçlandırılamayan atakların nedeni, organizasyon eksikliğiydi. Dün oynanan maçın tek eksiği “felsefeydi” bizce. Romen teknik adam bu eksikliği yani felsefeyi nasıl oturtur bilemeyiz…

    Ancak, telaşlı ve bir planı olmayan oyun çok amatörceydi. Belki “bu kadar üstün oynadık” daha ne yapsın diyenler olabilir…

    Ancak, amaçsız takımların mücadelesi gibi bir maç izlediğimizi söylemeliyiz. Böylesine üst düzey takımların bir planı, taktiği, oyun anlayışı olmalı. “Haydi aslanlar bildiğiniz gibi oynayın” mantığı ile ancak bu kadar oynayabilirsiniz.

    Beklerin ileri kaç kez çıktığı, kaç orta yaptığı istatistiklerle ortada. Savunma arkasına atılan top sayısı, savunma boşluklarına kaçışlar, şut kalitesi, bireysel becerisi yüksek oyuncuların performansı sorgulanmalı…

    Çok zayıf bir takıma karşı gol atamadıysak, bunu tek başına beceriksizlik ve şansla açıklamak herhalde hayal satmak olur…

    Dileriz, Rusya karşısında daha ciddi ve disiplinli bir taktiği olan oyun anlayışı ile mücadele ederiz. Elbette, Türkiye hak ettiği başarıyı yakalamak zorunda. Futbolcuları motive edecek ve onları bir taktiğin uygulayıcıları olarak hazırlamak şüphesiz teknik direktörün işi…

    Bosna Hersek maçının son bölümünde ki istekli oyun, daha koordineli olabilirse gelecek adına umutlanmak mümkün…

  • Duygusallıktan hata yaptı, artık duygusallık yapmamalı

    10 Ekim Çarşamba günü Ali Koç’un açıklamaları gündem oldu. Başkan, yaklaşık 5 gün önce alınan “kadro dışı” ve “göreve son” kararlarının gerekçelerini açıkladı. Karşı taraftan bir açıklama gelebilir diye 2 gün bekledim. Volkan dışında açıklama yapan olmadı. Konuyla ilgili madde madde gideceğim sonunda da naçizane analizimi yapacağım.

    ● 3 Hocanın görevine son verilmesi: Aslında analiz edilecek pek birşey yok. Kabul edilebilir bir durum yok. Hocalar bilgi sızdırma ve dahi sabotaj (yanlış idman) yapmışlar. Karnımızdan konuşmaya gerek yok, açıkça Aykut Hoca’ları geri gelsin diye çalışmışlar. Kocaman defteri zaten hiç açılmamış, Aykutperest medyanın iddia ettiği gibi başkan Kocaman konusunda bir gün dahi pişman olmamıştı. Buna karşın bilhassa sabotajın artırıldığı dönemde yandaş medyasının “Taraftar Aykut’u istiyor” yalanını ortaya atması tesadüf olsa gerek!! Kocaman defteri bana göre F.Bahçe açısından uzun süreliğine kapanmıştır. 3 hoca meselesi belli ki biraz daha su kaldıracak.

    ● Aatıf ve Dirar: Bir kere Aatıf’a helal olsun. 2 kez. Birincisi “Bu takım geçen sene de kalitesizdi, bu sene daha kalitesiz” demiş. Tamamen aynı fikirdeyim. Bu anlamda helal olsun. 2. helal olsun’um ise bizzat bu kalitesiz isimlerden birisinin kendisi olduğu halde bu tespiti yapabilmiş olması. Dirar konusunda moral bozup kulis yapması da kadro dışı kararının sebebi. Tartışacak bir şey yok.

    ● Volkan: Volkan’ın durumu farklı. TV ekranlarında da söylediğimiz gibi Volkan aslen usül hatası yapmış. Bu konuda başkanın hiyerarşik düzen gereği kendi yanında Semih Özsoy’a bağrılmasına karşı bir tepki vermesi doğaldır. Ancak başkan Volkan’ın esas hatası da yaptığını söyledi. “Takımı toplama” işini; makarna partilerini yapmadığını söyledi. Bu konuda başkana katılmıyorum. “Takımı topla Volkan” zihniyeti son 4 yıl Aziz Bey mentalitesiydi. Ali Bey’in de bu fikirde olması kabul edilemez. Usül hatası konusunda ise başkan haklı. Volkan da özür dilerse konunun tatlıya bağlanabileceğini başkan da söyledi.

     Ersun Yanal: Açıkça ben varken olmayacak dedi. Bu konuda bir yorum yapamam. Demek ki düşünmüyor.

     Cocu: Samandıra bu haldeyken hocanın performansının da tam olarak yansımasını görememiz doğal. Devre arasına kadar teknik adamlığı konusunda daha rahat fikrimiz olur. Bu karar da benim beklediğim ve mantıklı bulduğum bir karar.

    ● Comolli ve Onur Başar: Başkan, “Şimdi Onur’a da başladılar” diye aslında doğrudan bana seslendi. 
    Onur Başar’ı tanımam. Başka bir idari direktörle de ilişkim yoktur. Ama Samandıra’nın çivisi çıkmışsa bunda hem Sportif Direktörün hem de İdari Direktör’ün kusuru olmaması düşünülebilir mi?

    Her olan biteni başkana anında ileteceklerine (Mesela Koeman-Volkan olayı) orada çözmeye çalışsalar, her takım soyunma odasında olabilecek küfürlü konuşmaları yemeyip içmeyip başkana yetiştirmeseler, yani işlerini layıkıyla yapsalar daha az sorun olmaz mı? (Başkan All Or Nothing Manchester City belgeselini izlesin.. 20 yaşındaki çocukların Pep’e nasıl trip yaptıklarını, soyunma odasına girildiğinde küfür edilip edilmediğini görecektir)

    Samandıra neredeyse Dallas’a dönmüşse başkan kusura bakmasın Sportif Direktörünün de idari direktörünün de hatası vardır. İdari direktörün (Onur Başar) bu göreve liyakati yoktur. Başka görevler alabilir ya da yardımcı hocalardan biri olur. (Kendisinin A ve B lisansı var) Ancak liyakat döneminde mevcut görevini yerine getirebilecek donanım kendisinde yoktur. Üstelik Volkan ve Topal’ı Rize’de tribüne gönderirken “Başkan öyle istiyor” diye yalan söylemesi neyle açıklanabilir?

    Comolli’yi ise herkes eleştiriyor. Kendisi hakkında başkanın da şikayetçi olduğu konular olmuş. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Takım ortada. Transferler ortada. Fabian transferi skandalı ortada. “Wilshere’i buraya, İstanbul’a getirmek bile büyük başarıdır” demeci ortada. “Alper belki forvete evrilecek. Benfica maçına forvetsiz çıkmadık” demeci ortada. Frey ortada, Reyes ortada.. Her şeyden vahimi 3 Aykutçu Hoca’nın 4-5 hafta yanlış idman yaptırdığı, yanlış veri verdiği ortada. Sportif direktör bir kez bile “yahu burada bir yanlışlık var” diyememiş. Görememiş. Futbolcular kendisini bulup konuşmaya çekinmiş. Samandıra Dallas olmuş bizim arogan Fransız’ın ruhu duymamış. “Beyler her sıkıntıda başkanı aramayın. Doğrudan bana gelin” diyememiş. Demişse de o güveni verememiş.

    ##

    Ali Bey, Volkan’ın kontratının uzatılması konusunda da Aykutçu 3 hocanın devam etmesi konusunda da kararlarını biraz duygusal olarak aldığını ifade etti. Hatırlarsa bu satırların yazarı “Aklıyla yönetirse efsane olur, kalbiyle yönetiyor” diye defalarca söylemişti. Aynı şeyi Comolli ve Onur için de yapıyor. “Aslında bana saldırıyorlar” diyor. Yine “Kara Murat benim”e getiriyor. Gerek yok, duygusallık yapmasın. Başkasını bilmem ama ben başkana saldırmıyorum, Sportif Direktörlük – İdari Direktörlük – Teknik Direktörlük’ten oluşan kurumsal yapılanma projesini de doğru buluyorum. Kişilere-kahramanlara-imparatorlara değil; sistemlere inancını anlıyor ve makul buluyorum. Ama mevcutların görev tanımına uygun isimler olmadığını düşünüyorum. Birinin işi o değil; diğeri de bariz başarısız ve 6 yıldır piyasa dışında. Teknik adamı ise 3-4 hafta sonra daha rahat analiz edebileceğiz.

    Hülasa duygusallık yaptınız yaralandınız. Yine yapmayın. Saldırı değil, dışarıdan bakış. Elbette siz bildiğinizi yapmaya devam edeceksiniz. Biz de gördüklerimizi yazmaya..