Yazar: odakhaber

  • Hem et yemek hem de şarbona yakalanmamak mı istiyorsunuz?

    Dün, şarbonla ilgili endişemi dile getirince ve hastalıktan korunmak için et yemeyi tamamen hayatımdan çıkardığımı yazınca sabahın köründe etin babası olarak bilinen Cüneyt Asan tarafından arandım.

    Bilen bilir ama bilmeyenler için hakkında küçük bir bilgi vereyim.

    Cüneyt Asan’ın lakabı kamuoyunda, “Et Profesörü”dür.

    9 yaşındayken ekonomik olumsuzluklar nedeniyle çırak olarak çalışmaya başladığı kasaplıkta hala bir numara olarak gösterilir.
    Ve adı Türkiye’yi aşan ve gerek tarzıyla, gerekse yaptığı şovlarla dünyada bir marka haline dönüşen Nusret dahil, İstanbul’da, “Steak House” olarak bilinen ünlü tüm restoranların işletmecilerinin de hocasıdır, ustasıdır Asan.

    Uzatmayayım çok üzülmüş benim, “Eti dünyamdan çıkardım” ifadelerime.

    Anne tarafından uzak akrabalığımız da olan Cüneyt Ağabey piyasaları son derece olumsuz etkileyecek endişemin arkasını önünü düşünmeden dile getirdiğim için önce bir güzel fırçaladı bendenizi.

    Sonra da 9 yaşında kasap çırağı olarak başladığı hayatının neredeyse tamamını et dünyasının içerisinde geçirmiş bir duayen olarak, “Kaç türlü şarbon var ve nasıl bulaşır?” sorularının yanıtlarının da olduğu bir metni tarafıma iletti sağ olsun.

    Ancak bunların tamamını yazmama gerek yok zira günlerdir zaten yazılıp çiziliyorlar.

    Benim Asan’dan öğrendiğim çok daha önemli bir kritik bilgi var onu paylaşmak istiyorum sizlerle.

    Diyor ki; “Şarbon riski tüm dünyada, her zaman var. Olmaya da devam edecek. Mühim olan bu riski ortadan kaldıracak tedbirleri almak”

    Kesinlikle katılıyorum bu söylediğine ancak bu üreticinin, satıcının, aracının alacağı, alması gereken önlemler.

    Bir tüketici olarak ben nasıl korurum kendimi şarbondan?

    Esas mesele bu!

    İki yolu varmış bunun…

    Biri, tıpkı dün benim yazdığım gibi et ve et ürünlerini tamamen hayatından çıkarmakmış…

    “Seninki kesinlikle şarbondan kendini korumak için bir yöntem ama eğer et seviyorsan, geri kalan yaşamına et yiyerek devam etmek istiyorsan, o zaman bu yöntem geçici bir yöntem olur. Çünkü et hayatında oldukça şarbon tehlikesi de hep olacaktır hayatında!” diyor Cüneyt Asan.

    Ve sadece şu an değil, bir insanın ömrünün sonuna kadar şarbondan kendini korumak için mutlaka ama mutlaka dikkat etmesi gereken şeyin denetimli et tüketmesi gerektiğine vurgu yapıyor.

    “İster büyük market olsun, ister küçük kasap ya da restoran…

    Tüketeceğiniz etin günlük denetim raporunu isteyin yeter!

    O rapor yoksa, o et ile ilgili mutlaka bir sorun vardır. Şarbon değilse de başka bir şey vardır. O nedenle alınmaz da, yenilmez de!“ diyerek çok net bir biçimde noktayı koyuyor.

    Veganlar belki kızacak bana ama ben eti seviyorum. Gerçekten de şu anda ara vermeye karar vermiş olmam sadece palyatif bir tedbir.

    Hayatımdan tamamen çıkarmak mümkün değil.

    O yüzden bundan sonra nerede olursa olsun et yemek istediğimde denetim raporunu isteyeceğim.

    Eğer aranızda benim gibi etten vazgeçmesi mümkün olmayanlar var ise bence onlar da aynını yapmalı…

    “Bu etin sertifikası nerede?“ diye sormalı…

  • Washington’un Suriye’de gerçek niyeti ne?

    İlk önce Başkan Trump, “Askerlerimizi Suriye’den hızla çekeceğiz” dedi. Bir süre her kafadan bu konuda bir ses çıktı.
    En son olarak ise Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton “İran milisleri Suriye’den tamamen temizlenene kadar askerlerimiz orada kalır” dedi.
    Ve işler tamamen karıştı.
    Kongre’den, “Hani siz orada askeri DEAŞ’la mücadele için tutuyordunuz?” sesleri yükselmeye başladı.
    “Bu İran ile mücadele de nereden çıktı?” diye konuşan kongre üyeleri de var.

    JEFFREY’NİN DE İŞİ ZOR

    ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jefrrey ise esas amaçlarının DEAŞ ile mücadele olduğunu söyledi. Aynı zamanda John Bolton ile ters düşmek de istemediğini ekleyerek, Suriye’de siyasi istikrarın sağlanabilmesi için İran etkisi ile kesin mücadele etmek gerektğini anlattı. Bu noktada Bolton ile anlaşıyorlar.
    Jeffrey, “Suriye’de siyasi istikrar Esad baştayken sağlanabilir mi?” sorusuna ise biraz düşündükten sonra “ABD rejim değişikliği ile ilgili değil biz istkrar olsun diye çalışıyoruz”cevabını verdi. 
    İran’da rejim değişikliği için açıkça uğraşmakta olan bir yönetimin temsilcisinin bu sözleri fazla gerçekçi bulunmadı gazeteciler arasnda.

    BUNLARIN HEPSİ BAHANE

    Bu, yönetimin ‘Esad baştan illa da gidecek’ fikrini açıkça söylememek için bulunmuş bir bahane gerekçesi olarak algılanıyor.
    Washington’daki bütün bu Suriye koşuşturması arasında yönetimden tek bir isim bile Fırat’ın doğusu, yani gerçekler  hakkında konuşmuyor.

    ASIL GERÇEK

    Aslında benim izlenimim, aktarmış olduğum bütün bu laf kalabalığının altında gerçek neden olarakFırat’ın doğusuna yönelik gerçek planlarını açıkça söyleyememeleri yatıyor. 
    Ancak ne kadar üstünü kapatmaya çalışsalar da ortada bir gerçek de var.
    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York’ta söylediği gibi, Amerika bugüne kadar YPG’ye 18 bin TIR ve 2 bin kargo uçağıyla silahlar yolladı. Ayrıca bölgede 20’den fazla üssü de var ABD’nin.
    Bu silahlar neden ve kime karşı yollanıyor. Bunun cevabını yönetimden kimse ifade edemiyor. Kongre sorduğunda ise “DEAŞ ile mücadele için” deniliyor veya İran bahanesi ortaya atılıyor.
    Gelecek tepkiden korkulduğu için kimse, “İlerde kurulması planlanan Kürt oluşumunun askeri temeli kuruluyor” da diyemiyor.
    Bir tek Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tehlikeyi görüyor ve her platformda anlatıyor bunu.New York’ta konu açıldığında Türkiye’nin yapılmak istenene müsade etmeyeceğini de açıkladı.

    RUSYA-ABD DİYALOĞU

    Jim Jeffrey’in Esad ile ilgili lafı başka bir gelişme ihtimaline de işaret ediyor.
    Rusya bir Kürt oluşumunun Esad ile anlaşarak ve ülke bütünlüğü bozulmadan kurulmasını istiyor. 
    YPG yönetim kadrosunun Esad ile görüşmesinden önce devreye giren DEAŞ ile mücadele koordinatörü Brett McGurk YPG’yi bu konuda Esad le anlaşmaya teşvik etti.
    Yani sonuçta Rusya ile Amerika Suriye’nin bütünlüğü bozulmadan bir otonom Kürt bölgesi üzerinde anlaşabilirler. Jeffrey’nin ‘geri dönüşü olmayan siyasi çözüm süreci’nden kastettiği bu olabilir.
    Amerikan kaynakları bu modelin ‘Kamışlı modeli’ olarak adlandırılabileceğini söylemeye başladılar bir süredir.
    Bu modelde otonom Kürt oluşumunun Suryie bayrağı taşıması ve sınrlarının Suriye tarafınfdan kontrol edilmesi isteniyor. Bunun karşılığında Suriye merkezi yönetimi askerleri oluşumun içine girmeyecekler ve otonomi ayrıcalığını sağlayacaklar.

  • Elma kanseri yener mi

    Nedeni elmada, özellikle de elmanın kabuğunda bulunan mucize bir doğal madde. Bu mucize madde (ya da maddeler) kısa adı ‘MASPİN’ olan ve meme ya da yumurtalık kanseri hücrelerinin çoğalmasını engelleyen doğal bir antikanser savunma proteinini aktive eden, dolayısıyla bedenin kendi bağışıklık sistemi ile kanseri yenebilen bir yapıyı harekete geçiriyor. Bunlar elmada, en çok da elmanın kabuğunda var.

    EN MÜHİM SAVUNMA

    Şu kesin: Elmada antioksidan ve antikanser etkili pek çok doğal bileşen var. Kuersetin, kateşin, proantosiyanidin, gallik asid, klorojenik asid bunların en ünlüleri. ‘MASPİN’ ise tümör hücrelerinin çoğalmasını engelleyen en mühim savunma proteinlerinden biri.

    KAÇ BEYNİMİZ VAR

    Şu bilgi kesinleşti: Bir değil, iki beynimiz var. İkincisine “yavru” ya da “ek” beyin desek daha doğru. Ama onun da önemli marifetlerinin olduğu net ve açık. İkinci beyin karnımızın içinde, sindirim sistemi ve çevresinde yerleşen kompleks bir yapı. Merkez üssü ‘bağırsaklar’ ve onu sarıp sarmalayan ‘sinir sistemi’. Genel sağlığa destek olan muhteşem bir bağışıklık organizasyonu ile sayıları trilyonları, ağırlıkları kiloları, cinsleri yüzlü rakamları bulan ‘probiyotik bakteri’ ailesi ise yavru beynin en mühim oyuncuları.

    SADECE HAZMETMİYOR

    Geçtiğimiz hafta köşesinde Selçuk Şirin’in, 10 yılı aşkın bir süredir de bu sayfada benim gündeme getirdiğim ‘bağırsak sağlığı ve probiyotik güç dengesi’ meselesi çok mühim. Sindirim sistemini yalnızca gıdaları hazmetmekle görevli bir yapı olarak görmekse büyük bir hata. Bu muazzam yapılanmanın ikinci bir beyin gibi çalıştığı, akla hayale sığmaz işlere el attığı çok net ve açık. İkinci beynin “marifetlerini” yandaki kutularda özetlemeye çalıştım. Buyurun…

    O SIRLAR ÇOK ÖNEMLİ

    Harika bir yazarın mükemmel benzetmesiyle, “Bağırsağımızdaki bakterilerin sayısı galaksimizdeki yıldızların sayısından fazla.” Mikroplar -zannedilenin tam tersine- yaşamın Azrail’i değil, bekçisi. Organlarımızı şekillendiriyor, bizi hastalıklardan koruyor, davranışlarımıza yön veriyor. Aşılara nasıl tepki verdiğimizden çocukların aldıkları gıdalardan nasıl beslendiklerine kadar, yaşamaya derin ve kapsamlı katkıları var. Kesin olarak biliyoruz ki “Mikropları göz ardı etmek, hayata anahtar deliğinden bakmak demek”(Ed Yong, Mikrobiyota. Domingo Yayınevi). Kanaatim şu: İkinci beynin de en az birincisi kadar anlaşılmayı bekleyen sırları var. Ve o sırlar bulunduğunda hayatımız daha güzel olacak.

    İKİNCİ BEYNİN 10 MARİFETİ

    • Bağırsaklardaki bu sistem bazı kararları beyin ve omuriliğe danışmadan bizzat kendi verebiliyor. 
    • Bu kararlar ile sadece kendi kendini yönetmekle kalmıyor, beyin ve omurilik dahil sinir sisteminin tamamına da ayar verebiliyor. 
      Mesela beyne onu “depresyona sokan” metabolitler yollayabiliyor. 
    • Parkinsonu davet edebilen bazı ara ürünler üreterek hastalığın seyrine müdahil olabiliyor. 
    • Beyni mutlu eden “serotonin” ve benzeri “keyif veren molekül”ün önemli bir bölümü de ikinci beyinde üretiliyor. 
    • Bu sistem bedene de talimatlar veriyor. 
    • Bağışıklık gücünün ana unsurlarından biri de yine aynı sistem. Bağışıklık gücünün en az yarısından da yine bağırsaklardaki ikinci beyin sorumlu. Özellikle içindeki probiyotik yapılanma bu işte çok aktif rol alıyor. 
    • Kan şekeri, kolesterol ve bazı yağlar, kilo kontrolü dahil pek çok metabolik faaliyette de karar verici organlardan biri yine bağırsaklar, yani ikinci beyin.
    • Bağırsaklardaki bazı probiyotik tiplerinin cilt güzelliğinden ömür süresine ve vitamin üretimine birçok olayda “müdahil” olarak görev yaptığı biliniyor. 
    • Probiyotik yapılanmanın oluşturduğu “ekosistem” bizi alerjik tepkilerden de koruyan bir yapı.
  • Cildinize yaz sonrası temizliği lazım

    Yaz boyunca ciltlerimiz güneşti, deniz/havuz suyuydu, güneş yağı/kremiydi derken epey tahrip oldu. Güneşin yol açtığı “foto yaşlanma” da cildimizi olumsuz etkiledi. Neticede de cildimize destek olma zamanı geldi. 
    Peki ne mi yapılacak? Bana sorarsanız hemen o pahalı kremlere, mucize serumlara sarılmak yerine “Cilt içeriden beslenir, dışarıdan desteklenir” mottosunu hatırlayın. 
    Çözüm için de öncelikle doğal cilt desteklerinden yardım alın. Nasıl derseniz… İşte kısa bir özet, buyurun…

    CiLT KOLAJENSiZ YAPAMIYOR

    Yaz boyu güneşin etkisiyle azalan kolajen rezervinizi tamamlamak ilk işiniz olsun. Eğer güneşte uzun süre kaldıysanız bunun sadece kolajen üretimini azaltarak değil, mevcut kolajenlerinizin yapısını bozarak da cildi tahriş etmiş olması mümkün. 
    Kısacası yaz izlerini silerken cilde yapılacak ilk ve en büyük yardım kollajen zengini besinlere yüklenmek ve imkan ölçüsünde kolajen takviyelerinden istifade etmektir. 
    C vitamini, alfa lipoik asit takviyeleri, damar yolu ile uygulanan glutation kürleri de kolajen üretimini artıracaktır.
    Kemik suyu/tozu, jelatin benzeri doğal ürünleri de listenize dahil edin ama bence güvenli ve kaliteli “sıvı kolajen” ürünleri en çok işe yarayanları.

    TON BALIĞI SALATASI YiYiN!

    Cildinizin pek sevdiği başka antioksidan destekler de var. Özellikle zeozantini, yeşil çay ekstraktlarını, piknogenolleri, alfa lipoik asidi, üzüm çekirdeği özütlerini çok sever. Yeşil çayda bulunan EPCG ve benzeri antioksidanlar (kateşinler), üzüm çekirdeği yağında bulunan proantosiyanidinler ve çam kabuğu ekstrelerinden elde edilen piknogenoller de cildinizi yaşlanmadan korumada, çevresel yaşlanmaya engel olmada ustalaşmış doğal desteklerdir. Yağlı balıklardaki omega-3’ü de unutmayın. Ton balığı konservelerinin zeytinyağına yatırılmış olanlarını tercih edin. Özellikle bol avokadolu ton balığı salatası mükemmel bir “iç takviye” olarak işe yarayacaktır. Bir tavsiyem de şu: yatmadan önce cildinizi soğuk sıkım saf zeytinyağı ile buluşturmayı da deneyebilirsiniz.

    LiKOPEN DESTEĞi VERiN

    Cildinizin özellikle hoşlandığı etkin antioksidanlardan ilki doğal bir karotenoid olan “likopen”dir. “Likopen” en çok domates ve domates ürünlerinde var. Karpuz, pembe greyfurt ve kayısıda da mevcut ama kayısının zamanı geçti, greyfurtun tazesi de henüz piyasada yok. Çözüm karpuz ve domatese yüklenmek.
    Karpuzu fazla abartmanın da doğru bir iş olmadığı unutulmamalı. Çünkü karpuzdaki fruktozun (meyve şekeri) fazlası cildinize zarar verebilen bir madde. Bu nedenle domates ve saz arkadaşlarına (salça, domates çorbası, kurutulmuş domates) öncelik vermekte fayda var. 
    Hatırlayalım: Likopen yağda eriyen bir madde. Bu nedenle de cildi çok seviyor. Ciltte kolayca birikiyor ve onu oksitleyici, yaşlandırıcı serbest radikallerin zararlarından koruyor. Unutmayın: Cildin en sadık dostlarından biri likopendir ve mutfağınız tıka basa likopenle dolu: Taze ve kurutulmuş domatesler, salçalar, domates çorbaları… Ben özellikle domates çorbasını öneriyorum. Her gün en az bir yemeğe domates çorbası ile başlayın, neticeyi görünce siz de şaşıracaksınız!

    EPO VE KOENZiM Q10’U UNUTMAYIN

    Cildi içeriden destekleyen, özellikle nem içeriğini yükselten “güzellik reçeteleri”nin arasına “gecesefası çiçeği yağı” yani “EPO” kapsüllerini de eklemenizde fayda var. Evening Primrose Oil (EPO) kapsülleri mükemmel bir cilt tamircisi olan Gamma Linoleik Asit’ten son derece zengindir. 
    GLA da cildi yatıştıran, sıkılaştıran, nem oranını artıran çok özel bir doğal molekül. Benim tavsiyem –tabii ki ekonomik imkanınız varsa EPO ile 90 günlük bir kür yapmanız. Günde 500-1000 mg EPO yeterli.
    45-60 günlük bir Coenzim takviye küründen de yararlanabilirsiniz. Günde sadece 30 mg koenzim almanız bile yeterli. Son bir tavsiyem de şu: Eğer bu tür desteklerden daha iyi sonuç almak istiyor, bunlardan fayda yerine zarar görmekten çekiniyor, en azından boş yere para harcamak istemiyorsanız, bunlara başlamadan önce “hangilerini, ne zaman, ne dozda ve ne kadar süre” kullanmanız gerektiğini öğrenmeye çalışın. Ve lütfen bu listeyi elinize alıp eczane veya vitamin dükkanlarına koşmayın. Yoksa kucak dolusu vitamin hapıyla boğuşmak zorunda kalabilirsiniz.
    Bilgilenin. Araştırın. Bunları daha önce kullananlardan da fikir alın.

  • İsmail Küçükkaya meselesi ve utanç verici sessizlik

    Kondurmak istemediğim, ikna edici şekilde itiraz edecek diye beklediğim için İsmail Küçükkaya meselesini dün yazmadım. Ancak eşinin iddialarının yenilir yutulur olmamasına karşın hâlâ ortada doğru dürüst bir açıklama yok. İsmail, genelgeçer laflarla “Kadına karşı şiddet şerefsizliktir” gibi bir şeyler demiş. Bu kadar somut, bu kadar vahim suçlamaları hiç üzerine alınmadan, yuvarlak sözlerle geçiştirebilir mi?

    Eda Küçükkaya, eşi tarafından ağzı kapanarak kütüphaneye sürüklendiğini iddia ediyor. Daha sonraki bir olayda kollarında tırnak izleri çıktığını, yüzüne yumruk yediğini ve Küçükkaya’nın “Şu anki konumum olmasa senin yüzünü gözünü dağıtırdım” dediğini ileri sürüyor. Kendisini sosyal ortamlarda yanına almadığını ve küçümsediğini söylüyor.

    EN AZ BU İDDİALAR KADAR MİDE BULANDIRICI OLAN…

    Bu anlatılanlar hayal ürünü olmak için fazla detaylı ve somut geldi bana. Şayet doğru ise burada hem fiziksel hem de en az onun kadar vahim psikolojik şiddet var. Hor görme, aşağılama, baskı altına alma, ezme… Bir kadın kendine dair böyle bir yalanı para koparmak için uydurabilir mi? Söylediklerinin büyük haber olacağını bile bile, böyle bir oyuna cesaret edebilir mi? Sanmam, ama yine de karşı taraf gümbür gümbür ortaya çıksa ve hepimizi ikna edecek kadar somut ve net bir şekilde kendini savunsa ‘belki’ diyeceğim. Fakat hayır, ortada doğru dürüst bir savunma bile yok…

    Üstelik en az bu iddialar kadar mide bulandırıcı olan, Türkiye’nin geldiği nokta! Bakıyorum 3 gündür bu olay üzerinden de medya ikiye ayrılmış durumda. Sanki anlatılanların siyasetle bir ilgisi varmış gibi muhalif medya dut yemiş bülbül! Yahu kadına karşı şiddetin siyasi görüşü mü olur? Sabah Gazetesi ve A Haber bu işin üzerine gitmese kimseden çıt çıkmayacak! Yok böyle rezalet!

    SÖZCÜ, CUMHURİYET, HALK TV KÖR YA DA SAĞIR MI OLDU?

    Muhalif olmak dokunulmazlık mı kazandırıyor insana? Hani işine gelince kadın konusunda aslan kesilen Sözcü gazetesi? Cumhuriyet? Halk TV? Neredesiniz? Sağır ya da kör mü oldunuz?

    Peki ya Fox’a ne demeli? Kendi çalışanı ile ilgili ortada böyle bir iddia varken tek bir açıklama yok! Halbuki ABD’deki FOX olsa en azından olay açıklığa kavuşana kadar o çalışanı ekrandan çekerdi.

    FATİH PORTAKAL BU İŞE NE DİYOR?

    Fatih Portakal bu işe ne diyor? Doğan Şentürk ne düşünüyor? Elbette birileri bir şeyler biliyordur, neden susuyorsunuz? Söylenenler iftira ise bunu kuşku götürmeyecek şekilde kanıtlayın, değilse gereğini yapın… Bu olay ideolojik kutuplaşmaya alet edilemeyecek kadar önemli.

     

    ***

     

    Oldu olacak “Esas o kız Talat Bulut’u taciz etti” deyin

    Bu ülkede kadına karşı şiddete yaklaşım her yandan dökülüyor! Talat Bulut meselesi de bir utanç vesikası olmaya aday şekilde ilerliyor. Erkek bir hakimin verdiği ibretlik takipsizlik kararından sonra Bulut her geçen gün nobranlaşıyor. Yakında “Esas o kız beni taciz etti” dese şaşırmayacağım!

    Şevval Sam ile ilgili geçtiğimiz günlerde söylediği şu sözlere bir bakın:

    “Ben onunla konuşmuyorum. Çünkü konuşabilecek paylaşımlarımın olmadığını düşünüyorum. Bir gazeteci kendisine ‘Birlikte çalışacaksınız. Ne düşünüyorsunuz?’ diyor, cevabı ‘Maalesef’. Bana kimse benimle çalıştığı için maalesef diyemez. Bunun hesabını verecek. Benim hiçbir şey yapmadığımı düşünecek zekan yok mu? ‘Taciz zaten kuytu köşede yapılır’ diyor. Ne demek bu böyle? Neden? Çünkü ben onunla diyalog kurmadığım için. Olay, bu samimiyeti yanlış değerlendirenlerin sorunu bu. Siz şükretmelisiniz ki Talat Bulut gibi bir oyuncuyla çalışıyorsunuz. Aslında benden öğrenecekleri çok şey var. Ama demek ki öğrenmeye açık değiller…”

    “YARGI BENİ KORUR” ÖZGÜVENİ

    Ne tevazu ama! Bu sözler, karşımızdaki narsist ve kendine her şeyi mübah gören zihniyeti zaten apaçık yansıtıyor! Bu mantığa göre sette herkes Talat Bulut’un dikkatini çekmek, onunla “Konuşabilecek paylaşımlarda bulunmak” istiyor da, Talat Bey yanaşmıyor. Bir tek kostüm asistanı kızcağızla “Konuşabilecek paylaşımlarda bulunabileceğini” düşünmüş olsa gerek…

    Gelişmeler bu sözlerle sınırlı kalsa yine bir nebze. Bulut, daha sonra da Şevval Sam’a 100 bin liralık manevi tazminat davası açtı! “Yargı beni korur” özgüveninin sonuçları bunlar…

    Ama ne yaparsa yapsın, setteki rahatsızlığın üzeri örtülemiyor. Talat Bulut korkutarak ve suçlayarak insanları susturamıyor. Zira Sam’a açtığı davanın ardından dizinin başrol oyuncularından Sevda Erginci de Sam’a destek çıkarak “Maalesef Bulut’la çalışıyoruz” açıklaması yaptı.

    Bakalım Bulut buna ne tepki gösterecek? Yine “Onunla konuşabilecek paylaşımlarım olmadığı için bu açıklamayı yaptı” mı diyecek? “Erginci ile ilgilenmedim, o nedenle böyle yapıyor” mesajı mı verecek?

    BU MÜCADELEYİ BİZ KADINLAR BAŞARACAĞIZ

    Bu ülkede bu erkek tahakkümü zihniyeti egemen oldukça, bu kafa değişmedikçe Talat Bulut’a “kadın duyarlılığı konusunda özel ödül” bile verilebilir!

    Ey sevgili kadınlar, karşımızdaki içler acısı tabloya bakarak bir kez daha sesleniyorum: Kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı yalnızca biz kadınlar alt edebiliriz. Bu işe erkekleri karıştırmadan! Erkek tahakkümü zihniyeti aramızdaki ideolojik farklar ne olursa olsun ancak birlikte durarak aşılabilir. Bunun başka yolu yok! Bakın, ideolojilerin arkasına saklanan erkek zihniyet neleri örtmeye çabalıyor…

  • Trump’tan daha kötüsü

    Gün geçmiyor ki Washington semalarında yeni bir Trump aleyhtarı veri, bilgi, makale söz konusu olmasın.

    En son eski avukatı Michael Cohen, finansal seçim yasalarını ihlal ettiği yönündeki suçlamaları kabul ederek savcılıkla işbirliğine gitti. Adalet Bakanlığı, Trump’la ilişki yaşadığını iddia eden kadınlara sessiz kalmaları amacıyla yapılan ödemeleri soruşturuyordu. Trump’ın avukatı Michael Cohen de bu ödemeler nedeniyle mercek altındaydı. Daha önce Trump için merminin önüne bile atlayacağını söyleyen Cohen, FBI’ın evine yaptığı baskından sonra ağız değiştirdi ve verdiği ifadede Trump’ın talimatıyla porno filmlerde oynayan Stormy Daniels ve Playboy yıldızı Karen McDougal’a ‘sus payı’ olarak ödeme yaptığını söyledi. ABD yasalarına göre seçim döneminde yapılan tüm harcamaların komisyona bildirilmesi zorunluluğu var. Bu yüzden iki kadının seçim kampanyası döneminde konuşmasını engellemek için yapılan ödemelerin Federal Seçim Komisyonu’na bildirilmemiş olması seçim yasasının ihlali değerlendirmelerine yol açmıştı. Trump, Fox News’e konuşarak “Paraları kendi cebimden ödedim” dedi ve söz konusu ‘sus payı’nın seçim yasasını ihlal değil, ‘kişisel itibarı koruma’ çerçevesine alınmasını sağlamaya çalıştı. Özetle Trump’ın başındaki en küçük dert bu ve bu bile gayet yüz kızartıcı.

    Daha önemli olan ise Trump’ın Cohen’in ifade vermesi durumuna benzer şekilde sürekli ‘içerden’ darbe yemesi. Kamuoyu, Cohen’in itirafını hazmetmeye çalışırken dün (6 Eylül 2018) Amerikan The New York Times gazetesinde “Trump yönetimi içindeki direnişin bir parçasıyım” başlıklı isimsiz bir makale yayınlandı. Makaleyi kaleme alan kişinin Trump yönetiminde üst düzey bir görevli olduğu belirtildi. Şunları söylüyordu: “Trump’ın tam olarak anlayamadığı şey, kendi yönetimindeki birçok üst düzey görevli gündeminin bazı kısımlarını ve en kötü heveslerini bozmak için özenle çalışıyor. Bunu biliyorum çünkü ben de onlardan biriyim.” Makalenin daha da ilginç yanı ise direnişin ‘yönetimin başarılı olması’nı amaçladığı ifadesiydi. Başkanın devlete zarar veren hareketleri vardı. “Bu nedenle Trump yönetiminden bazı kişiler Trump’ın görev süresi bitene kadar yanlış hareketlerini engellerken demokratik kuruluşlarımızı da korumaya yemin ettik.”

    TRUMP’LA ÇATIŞANLARIN HEDEFİ PENCE’İ BAŞKAN YAPMAK MI?

    Acaba gerçek hedef bu mu? Direnişcilerin kimliklerini bilmeden yanıtlamak zor. Ancak şu kadarı söylenebilir: Direnişciler eğer ne yaptıklarını sahiden biliyorlar ve ‘görev süresi bitene kadar’ kısmında samimilerse sahiden doğru bir iş yapıyorlar. Bu ihtimalde devleti sadece Trump’tan korumuyorlar; Trump’ın görevden uzaklaştırılması durumunda başkanlık koltuğuna oturacak olan Mike Pence’den de koruyorlar. Tabii asıl amaçları devletin başına Mike Pence’i getirmek değilse! Öyle bir ihtimal de var elbette. Zira koruma işi sessiz sedasız yapılır, gazetelere makaleler manifestolar göndermek Trump’ın ‘az hasarla görev süresini doldurup gitmesini beklemek’ten çok ‘görev süresi bitmeden azlini istemek’ niyetiyle de bağdaştırılabilir. Her hâlükârda niyet okumaktan öte gitmeyecek bu mülahazaları bir kenara bırakmakta fayda var. Biz sadece kesin olanla ilgilenelim. O da şu: Trump görev süresi bitmeden başkanlık koltuğunu bırakmaya zorlanırsa yerine gelecek olan Mike Pence, Trump’ı mumla aratır.

    Neden mi?

    Çünkü Trump, kabalıkları, ülkeleri hedef alan açıklamaları, NATO’yu önemsemeyen ve handiyse çözülmesine zemin hazırlayan sorumsuzlukları ile Batılı ülkelerin hiç değilse bir kısmının tepkisini çekti. Trump sayesinde ABD’den uzaklaştılar. Bu atmosfer de, -eğer iyi kullanılabilirse – Türkiye’nin ABD’ye rağmen atacağı adımlarda yalnız kalmasını önleyecek bir zemin oluşturuyor.

    Trump olmasaydı, Doğu Kudüs’te ABD temsilciliği açmak, BM’nin Filistin için oluşturduğu yardım fonuna yardım yapılmayacağını açıklamak gibi İsrail yanlısı/Filistin karşıtı politika bu kadar açıktan, bu kadar fütursuzca sahneye konamazdı, ona hiç kuşku yok. Ancak bu politikaların kaynağı zaten Trump’ın evanjelist ekibi. Ve Mike Pence o evanjelistler arasında da mutaassıplığı ile öne çıkan bir isim. Yanında karısı olmadan başka bir kadınla konuşmayan, iş görüşmesi bile yapmayan bir adamdan bahsediyoruz. Aynı zamanda Trump kadar hoyrat olmayan ve devlet kurumlarının, diplomatik, mevcut paktların haysiyetini yerin dibine sokmadan iş yapacak bir adamdan. Bu koşulları taşıyan bir Pence’in, Avrupa devletleri ile ABD’de zaten kabul gören ‘Judeo-Christian’ (Yahudi-Hristiyan) anlayış üzerinden ‘din’ orijinli ortak paydaları kuvvetlendirme ihtimali gayet yüksek. ABD’deki demokratların bizdeki ‘HDP’ düzlemine gerilediği, kavganın ‘altright’ akımlarını arkasına almış Trump cumhuriyetçiliği ile geleneksel cumhuriyetçiler arasında geçtiği bir zeminde Pence’in geleneksel cumhuriyetçilerin kalbini kazanması olasılığı da yüksek.

    Anlayacağınız, NATO ülkelerini ve Avrupa’yı bölmüş bir Trump’tan sonra en kötüsü, Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezini de yanına alarak ilerleyecek evanjelist Pence olur.

  • Futbolda haber üleştirme

    Ardından sordu: “İsveç’e Hürriyet mi gönderdi, o şirket mi? Kurumlarına değil oraya çalışıyorlar”.

     Okurun ilettiği 10 Eylül tarihli paylaşımda “Uluslar Ligi’nde Türkiye, bugün 21.45’te İsveç’in konuğu olacak. Hürriyet muhabiri Ali Naci Küçük A Milli Takım’daki son gelişmeleri Solna’dan bildiriyor” deniliyordu. Küçük de bu metni Twitter’dan paylaşmıştı.

     Durumu anlayabilmek için internette, haber siteleri ve sosyal medyada bir tarama yaptım. Küçük’ün bu GSM uygulamasına yaptığı bağlantılar Milli Takım’ın İsveç maçıyla sınırlı değildi. Son iki ayda bu uygulamanın Küçük’ün adının geçtiği altı paylaşımını buldum sosyal medyada:

     – “13 Temmuz- Galatasaray İsviçre’de ilk hazırlık maçında nasıldı? Transferde Terim’in aklı kimde? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük İsviçre’den bildiriyor.

     – 16 Temmuz- Galatasaray’ın İsviçre kampında neler yaşanıyor? Kimler kendini gösterdi, kimler gözden düştü? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük açıklıyor.

     – 22 Temmuz- Kampın yıldızı kim? Kim hayal kırıklığı yarattı? 16 günlük İsviçre kampında Galatasaray’ı adım adım takip eden Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük açıklıyor.

    – 31 Temmuz- Galatasaray, bugün 20.00’de Yunanistan Şampiyonu AEK karşısına çıkıyor. Transferde Aslan’ın ilk hedefi kim? Terim’in yüzünü güldüren olay ne? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük, Atina’dan bildiriyor.

     – 5 Ağustos- Süper Kupa finaline saatler kaldı! Galatasaray, Akhisarspor maçına nasıl bir kadroyla çıkacak? Hürriyet Gazetesi Muhabiri Ali Naci Küçük, Konya’dan aktarıyor”.

     Bu paylaşımların tümünün altında “…’i indirin, ‘Keşfet’ten … Spor’u takip edin” anonsu yer alıyordu. Ayrıca Küçük’ün bu GSM uygulamasıyla hayli eskiye dayanan ve düzenli bir haber ilişkisi olduğu anlaşılıyor. Zira son aylarda katıldığı bu programların dışında internette geçen yıllara ait programların duyuruları da var. Örneğin 18 Kasım 2016 tarihli bir spor sayfasında “Riekerink’ten derbi öncesinde şok hamle. Hürriyet Gazetesi Muhabiri Ali Naci Küçük … Spor’da açıkladı: İki yıldızını yedeğe aldı” bilgisi veriliyordu.

     Dahası bu uygulama, hurriyet.com.tr’nin rakibi durumunda. Düşünün, Küçük’ü İsveç ya da Yunanistan’a gönderen Hürriyet, ama o GSM şirketi hiçbir masrafa katılmadan muhabirinden haber alarak Hürriyet ile yarışıyor! Bir de Küçük’ün verdiği özel haberler, “… spor açıkladı” diye rakip spor sitelerinde haber oluyor.Bu bulgularımı Küçük’e ilettim, ancak yazılmak üzere yanıt vermek istemedi. Okur Temsilcisi olarak Hürriyet’in bir spor muhabirinin başka bir kurumla düzenli haber ilişkisi içinde olmasının etik bir davranış olmadığı kanısındayım. Hürriyet muhabiri haberini Hürriyet’e verir. Ücret alsa da almasa da başka bir kurumla böylesi düzenli bir ilişki içine girmesi editoryal bağımsızlığını ortadan kaldırır, çıkar çatışmalarına neden olur.

    Tabii bu durum Küçük’e özgü değil, bunu biliyoruz. Bazı medya kuruluşlarının muhabir ve yazarları da bu spor uygulaması ile spor radyo-tv’lerine haber veriyorlar. Ama bir yanlışın yaygın olması onu doğru yapmaz.

    HAKARETAMİZ TWEET

    Gazeteci Lube Ayar, Hürriyet Galatasaray muhabiri Ali Naci Küçük’ün bir Twitter paylaşımıyla ilgili yorumumu sordu. Daha sonra başkaları da Ayar’ın bu mesajı hakkında benzer sorular yöneltti. Alper Atamer de e-posta gönderdi. Küçük, 19 Eylül gecesi 01.45’te geçtiği paylaşımda, “Allah Kerim Fatih Terim. İtiraz edenin…” diye yazmıştı. Değerlendirmeden önce “Böyle bir tweet atmış mıydınız” diye kendisine sordum. Küçük şu yanıtı verdi: “Ne yazık ki evet. Şampiyonlar Ligi maçının oynandığı gece böyle bir paylaşımım oldu. Yarım kaldığını ve yanlış yerlere çekileceğini fark edip hemen sildim. Bana yakışmayacak ifade tarzı ile yapılan bir paylaşımdı.”

    Yayın ilkelerimiz açık. Böylesi hakaretamiz bir tweet’i silmek yetmez, düzeltilmeli ya da özür dilenmeliydi. Gerçekten bir gazeteciye yakışmayacak bir paylaşım bu. İfade tarzı dışında yaklaşımı açısından da sorunlu. Futbol gazeteciliğindeki tarafgirlik ve izlenen takımın yöneticileriyle bütünleşmenin sakıncalarını daha önce de yazmıştım. Gazetecinin haber kaynaklarına karşı objektif davranmayacağı görüntüsü de vermemeli.

    OKURDAN KISA KISA

    Bahri Ovalı: Pazar ekinde Leyla Gencer sergisinin 15 Ekim’de biteceği yazılmış. Altta 10 Ekim’e kadar gezilebilir denmiş. Hangisi doğru? (23 Eylül) 
    Not: Sergi 10 Ekim’e kadar açık kalacak.

    Hayal Kuru: İnternette “Yoga topuyla cinayet” demişsiniz ama yoga topla yapılmaz, pilates topu vardır. (21 Eylül)

    Mehmet Ünal: Rica ediyorum internet sitenizdeki “Apple telefon fiyatları” haberini açıp okumayı dener misiniz? 41 sayfalık haber mi olur? (24 Eylül)

    M. Utlu/Ö. Özalp/A. J. Hurma/ A. Talaş/A. Aktaş/C. O. Yurtseven: Kocaeli’de bir baba, oğluna pantolon alamadığı için intihar etti. Fenerbahçe ve farklı STK’lar ailesine yardım için harekete geçti. Siz ise bunların haber değeri taşımadığını düşünüyorsunuz. Bu bizi hayal kırıklığına uğratıyor. (22 Eylül)

    C. A: İnternetteki “Eve dönmeyen kızına kurşun yağdırdı” haberinde zanlıların isimleri kodlanırken, hayatını kaybedenlerden birinin adı ve soyadı neden açıkça paylaşılıyor? “Nikâhsız yaşadığı kişi” diye yazarak adını vermeniz cinayeti olağan bir hale getirmek değildir de nedir? (11 Eylül)

  • Yerel seçimlerin önemi

    Yerel yönetimler, siyasetçiler ve mensubu oldukları siyasi partiler için laboratuvar özelliğindedir.Zira yerel yönetimlerde direkt halkla temas vardır; halk da burada edindiği kanaatini kolay kolay değiştirmemektedir.

    Nitekim bu günkü, uzunca süren iktidara dikkat edildiğinde; işin temelinde, vaktiyle Refah Partisinin sahip olduğu yerel yönetimlerin halka dönük ve halk için olan icraatları vardır.

    Başka bir deyişle; Refah Partisi zihniyetini iktidara ve liderini (N. Erbakan) Başbakanlığa taşıyan, sahip olduğu belediyelerin performansı olmuştur.

    Aynı şekilde; Sayın Erdoğan’ı da siyasi parti liderliğine, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan güç, onun İstanbul Büyükşehir Başkanı olduğu dönemde sergilediği başarılı çalışmalarıdır.

    Yeri gelmişken şu iki hususun altını çizmeden edemeyeceğim: Birincisi MHP lideri Sayın Bahçeli’nin, ittifak paralelinde sergilemiş olduğu tavırdır.

    İstanbul gibi, küçük Türkiye sayılan bir metropolde aday göstermemesi ve ittifak yaptığı partinin adayanı destekleyecek olması, eşine çok az rastlanabilir bir alicenaplık ve özveridir. Düşünün ki, böylesi bir tavrı rakip bir siyasi partinin lideri sergilerken, mahut partinin (AK Parti) kendi belediye başkanları bile sergileyememiştir.

    Türkiye’nin dört bir koldan kuşatıldığı bu netameli ortamda, koltuğa yapışmak ve kalkmamak için direnmenin dava adamlığı ile yakından ve uzaktan bir ilgisi olmasa gerektir!

    Sayın Bahçeli’nin tavrı ne denli takdire şayansa; koltukta şeref arayan ve buldum zanneden anılan belediye başkanlarının yerilmesi ve kötülenmesi o denli elzemdir.

    Bakınız; Türkiye’deki tüm kurum ve kuruluşlarının kılcallarına değin nüfuz etmiş FETÖ ile mücadelede, iktidar olsun, muhalefet olsun belediyelerden tık yok! Olan da sade suya tirit kabilinden..

    Türkiye madem bu bela örgüte karşı bir savaş veriyor; işe, yerel yönetimlerde, kirlenerek yıpranmış ve FETÖ’ye teşne olmuş, her kademedeki yerel yöneticileri silerek başlamak lazım.

    Yerel yönetimlerdeki muhalefet partililer de, tıpkı iktidar partililer gibi muktedir olduğundan (akçeli işlerle direkt ilgili olmalarından dolayı), FETÖ’nün buraları boş bırakması düşünülemez.

    Hatta şunu rahatlıkla iddia edebiliriz; tüm akçeli işlerde FETÖ’nün kriptoları, her kademede cirit atmaktadır!

    Bundan dolayıdır ki, mevcut yerel yöneticiler, FETÖ ile gerekli mücadeleyi yapamaz (!), yapmadılar da zaten.

    Ne demişler; eskiye rağbet olsaydı Bit Pazarına nur yağardı!

    Yepyeni sayfalar açmak ve taze başlangıçlar yapabilmek için, yerel kadroların A’dan Z’ye yenilenmesi gerekmektedir.

    İktidar partisi olsun, Ana muhalefet partisi olsun; genel seçimlerdeki tabloyu gördüler.

    Oy kaybetmelerinde en büyük pay yerel yönetimlerdeki performansları ve FETÖ’ye karşı olan duyarsızlıklarıdır.

    Özetin özeti: iktidarın kilidi yerel yöneticilerin elindedir.

  • Çocuk yatağının başucundaki eksik fotoğraf!

    Büyük yazar giderken ardından birbirinden anıtsal bir yığın roman bıraktı. En çok okunan romanı “İnce Memed” olduğu halde, “İnce Memed” en iyi romanı değildir.
    Külliyatına baktığımızda romanın doruklarında gezinen şaheseri “Kimsecik Üçlemesi”dir. Bunu ben değil, bu konunun alimleri söylüyor.
    “Yağmurcuk Kuşu”, “Kale Kapısı” ve “Kanın Sesi”nden oluşan bu üçleme, Türk edebiyatında yazılmış en iyi “korku” romanlarıdır.
    “Korku” derken aklınıza hemen gotik şeyler, canavarlar, cadılar, doğaüstü güçler falan gelmesin; usta bu tür şeylerle ilgili değildi. 
    O bir çocuğun “öldürülme korkusunu” anlatır bu kitaplarda.
    Babası gözünün önünde bıçaklanarak öldürülen küçük bir çocuğun…
    Çocuk geceleri uyuyamaz, babasının katili gelip kendisini de öldürecek sanıyor.

    *

    Bu romanda Yaşar Kemal otobiyografiye çok yaklaşır. Çocukluğunun birçok izi var bu romanlarda. Tıpkı roman kahramanı gibi, onun da babası gözlerinin önünde öldürülmüş hem de ağabeyi bildiği babasının evlatlığı tarafından…
    Babasının ölümünü gören 4 yaşındaki Yaşar, o dakika dilini yutar, 13 yaşına kadar, tam 9 yıl dilsiz yaşar, sadece türkü söylerken çözülür dili.

    Bir gün sormuştum; “Bu romandaki çocuk siz misiniz?” diye.
    Yüzünü biraz daha bana yaklaştırmış, iyice kafama yerleşsin diye sanki kulağıma fısıldamıştı:
    “Beni iyi dinle kuro! Bir hayattan iyi bir roman olmaz. Bana bu üç romanı yazdıran babamın bir cümlesidir. Babam derdi ki, ‘Biz Van’dan Çukurova’ya göçerken yolda çocuk sürüleri gördük.’ Babamın bahsettiği ‘çocuk sürüleri’, Birinci Dünya Savaşı’nda kimsesiz kalmış çocuklardı. Anasız babasız, aç, sefil, öksüz, yetim çocuklar vahşileşmiş, çöle düşmüşlerdi. Babamın hayat hikayesinden çok, babamın bu sözünden yola çıkarak o romanları yazdım.”

    *

    Yaşar Kemal’in babasını öldüren, kendisini dilsiz bırakan Yusuf adlı çocuk, (romandaki adı Selman) babasının yolda gelirken gördüğü çocuk sürüsünün içinden aldığı yaralı bir çocuktur. Yaşar Kemal, doğumundan sonra babasının kendisine karşı beslediği sevgisini kıskandığı için Yusuf’un onu öldürdüğünü söyler.
    Aslında bu bir “ya benimsin, ya kara toprağın” cinayetiydi. Salman babasını öldürdükten sonra cesedin başında, “Beni kabul et! Ne olur kabul et! Ben varım” diye haykırır romanda.

    *

    Yaşar Kemal’in ailesini Van Gölü’nün kenarındaki bir köyden Çukurova’ya göç ettiren şey Birinci Cihan Harbi’ydi. Ruslar Kafkaslar’dan girmiş, Kars, Erzurum derken top sesleri Van’daki köylerine kadar gelmiş; Ruslar gelmeden korkuları yayılmış her yere. Müslüman ahali de düşen her topla birlikte tespih taneleri gibi dağılmış Anadolu topraklarına.
    Eli silah tutan herkes cephelere koşmuş, aileler dağılmış, annesiz babasız kalan çocuklar, cılk yaralar içinde, aç, susuz, perişan, sürüler halinde Anadolu’nun her yerine bir salgın gibi yayılmış.

    *

    Yaşar Kemal’in ailesi Çukurova’ya ulaşıp babası Ermeniler’den boşalmış bir konağı “Yuvası dağılmış bir kuşun yuvası başka bir kuşa yuva olmaz” diyerek kabul etmediği için, Ermeniler’in malını mülkünü dağıtan bir devlet görevlisinin hışmına uğrayıp “kör yılanların cirit attığı” Osmaniye’ye bağlı Hemite köyüne sürüldüğünde; daha sonra hep muhalif, sosyalist gazeteci olarak bilinen Sabiha Sertel sosyoloji eğitimi görmek üzere o sırada Amerika’ya yeni varmıştı.

    1920’lerin başları… O tarihlerde Amerika’da yaklaşık 9 bin kişilik bir Türkiyeli nüfus var. Türkler, Kürtler ve Arnavutlar’dan müteşekkil bu Müslüman nüfusun bir kısmı daha önce gelmiş, bir kısmı da savaş sırasında. 
    Sabiha Sertel, birbirleriyle anlaşamayıp dağınık halde yaşayan, hemen hemen tümü sabun, kürk, gramafon, elektrik, otomobil fabrikalarında, çelik dökümhanelerinde çalışan; Türklerin ayrı, Kürtlerin ayrı birer cemiyette örgütlendiği bu topluluk arasında uzun süre kalır. 
    Amerika’ya ilk göç eden Harputlu Ermeniler’in bir kısmı memlekete dönmüş, Amerika’nın taşı toprağı altındır diye milletin iştahını kabartmış, kara tayın bile bulmakta güçlük çeken Vanlı, Erzurumlu, Sivaslı yoksul ahalinin bir kısmı da ver elini Amerika demiş; o tarihlerde Amerika’da bu Türkiyeli topluluk böyle oluşmuş.

    *

    Bundan sonra anlatacaklarımın tümünü Sabiha Sertel, “Roman Gibi” adını verdiği hatıratında tatlı tatlı anlatır.
    İstiklal Harbi özellikle Ege cephesinde yoğunlaşmış. “Yunanlılar Sakarya’ya kadar gelmişler.” İşte bu sırada Sertel, Ankara’da yaşayan bir arkadaşından bir mektup alır. Arkadaşı mektubunda şunları söyler:
    “Anadolu’da açlık sefalet hat safhada. Binerce kimsesiz çocuk var. Doğu cephesinde anaları, babaları öldürülen çocuklar sürüler halinde sokaklarda geziyor. 90 bin Türk yetimi var.Darüleytamlar (yetimhane) ancak 12 bin çocuk alabiliyor. Amerikalılar yalnız Ermeni çocuklarını yetimhanelerine alıyor, Türkleri, Kürtleri almıyorlar. Siz oradaki Türkleri bu çocuklara yardıma sevk edebilirseniz, memlekete büyük bir hizmet etmiş olursunuz.” (Roman Gibi, s.48)
    Sabiha Sertel önce, birbirine selam vermekten bile imtina eden oradaki Türklerle Kürtleri birbirine yaklaştırmakla işe başlar, Türklerin kurduğu “Teavün Cemiyeti” ile Kürtlerin kurduğu “Hilali Ahmer Cemiyeti”nin azalarından ortak bir komisyon kurar.
    Bu Komisyon, Ankara’dan yetkili birisinin Amerika’ya gönderilmesini talep eder.

    *

    “Gülcemal Vapuru” Amerika’ya giden ilk Türk vapurudur. New York limanında vapura görkemli bir karşılama töreni hazırlarlar Türkiyeliler. Vapurdan şimdiki Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüşen“Himaye-i Etfal Cemiyeti”nin başkanı Dr. Fuat Omay Bey iner. 
    Sabiha Sertel, Dr. Fuat’a tercümanlık yapar, şehir şehir gezerler.
    Gittikleri her şehirde işçiler, “gurbet elde, ateş karşısında, alın teriyle kazandıkları paraları, çakıl taşları gibi masanın üstüne dökerler.”
    100 bin doların üstünde bir para toplarlar.
    O gün için muazzam bir miktar olan bir milyon Türk lirası yani…
    Bağışı yapan fedakar gurbetçilerin tek bir istekleri var.
    “Memlekette kurulacak çocuk yuvalarına, hastanelere fotoğraflarının asılmasını isterler.”(Roman Gibi, s 63)

    *

    Dr. Fuat o paraları Ankara’ya getirdi. Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nun inşa ettiği çocuk sarayları, bakım evleri, hastane, çocuk yuvaları, Amerika’daki işçilerin gönderdikleri işite o paralarla kuruldu.

    *

    Fakat o işçilerin, çocuk yataklarının başucuna asılmasını istedikleri fotoğrafları hiçbir zaman oraya asılmadı.

    *

    Yaşar Kemal doğdu, 17 gün sonra Cumhuriyet ilan edildi. Yaşar Kemal büyüdü; Amerika’ya göç etmiş Türk, Kürt işçilerin alın teriyle kazandıkları paralarla az da olsa dertlerine çare bulunan o “çocuk sürülerinin” romanını yazmak ona nasip oldu.

  • Moral bozukluğu artık ulusal güvenlik sorunu

    Üç gündür İstanbul’da oradan oraya koşuşturuyorum.
    Uzun zamandır göremediğim dostlarım, görmeyi beklemediğim halde tesadüfen görüştüklerim ve sokakta tanımadığım insanlar arasında içten, samimi bir şekilde gülen tek bir kişi bile görmedim diyebilirim.
    Sohbete otursak ikinci dakikada konu, “Bu ekonomik durumdan nasıl çıkarız, ne yapmalıyız, sen hiç umut ışığı görüyor musun”a geliyor ve konu sadece orada tıkanıyor. Başka hiç bir konu akla gelmiyor.
    İçimizde, genlerimizde olması gereken Akdenizli ruhu bölümü tamamen ölmüş gibi.
    Bu kolektif kötü ruh hali benim için sürpriz olmadı tabii ki.

    VATANIMIZI BEYNİMİZDE TAŞIRIZ

    Şu anda Washington’da çalışıyor olsam da, insan memleketini beyninde, kalbinde taşıdığından ben de aynı ruh halindeyim bir süredir doğal olarak. Bunun ne kadar da tehlikeli olduğunu ve gerçekte var olmayan krizleri bile yaratabileceğini bildiğimden doğal olarak biraz korktum.

    BEKLENTİLERİN ÖNEMİ

    Ekonomide doktora dersleri alırken bize ‘beklentilerin’, ‘algıların’ ne kadar da önemli olduğu, bunların kötü olması durumunda krize düşmesi için hiçbir nedeni olmayan bir ülkede bile kısa sürede kriz yaşatabileceğini ve tüm normal dengeleri alt üst edebileceğini öğretmişlerdi.
    Öğretmekle de kalmadılar, ekonomik modellerle bunu gösterdiler de. Büyük tahtaya ilk önce normal durumdaki ekonominin grafikleri konulmuştu. Sonra gelecek beklentileri, insanların algıları, kötüleştiği takdirde o normal ekonominin ne hale düşebileceği yine grafiklerle gösterilmişti. İkinci durum lafla anlatılamayacak kadar çılgın  ve çalkantılıydı.
    Ülkemizde bizim de bu geçiş sürecinde olduğumuzu düşünüyorum.

    TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK

    Bu, “Tünelin ucunda ışık gözükmüyor, herşey daha kötü olacak” düşüncesi tünelin ucunda olabilecek ışık veya ışıkları da söndürür. Nitekim bu da oluyor.
    Sanıyorum Başkan Erdoğan da beklentilerin ve algının ne kadar da önemli olduğunu bildiğinden sürekli morali yüksek, özgüvenli mesajlar veriyor.
    Ve yine sanıyorum ki hepimizin etrafına, kendi ellerimizle diktiğimiz kötü ruh hali duvarı nedeniyle bu mesajlar, bu moral, şu anda bize tam ulaşamıyor.
    Bu durum böyle gidemez. 
    Hiçbir ülke bu düşük düzey dengesinin kısır döngüsünde uzun süre kalmamaz.
    Ruh halimizi nasıl düzeltiriz bunu bilmiyorum, bu işin uzmanı değilim.
    Ama şunu biliyorum; kollektif ruh halimiz şu anda bir ulusal güvenlik sorununa dönüşmüş halde.
    Ekonomik zorluklar olduğundan hepimiz mutlaka bir şekilde darbeler yediğimizden bu güzel ülkenin geleceğini çocuklarımızın yarınlarını tehlikeye atmamalıyız.

    İNİŞİN ÇIKIŞI DA MUTLAKA VARDIR

    Bize doktora dersinde, her krizin bir noktadan sonra mutlaka çıkışı da olduğu öğrertilmişti.
    Bunun zamanının kısa, orta vadede mutlaka geleceğini bilelim. Bu bizim için henüz çok parlak yanmayan ışığımız olabilir. Buna inananların sayısı artıkça inanın o ışık daha da parlak yanmaya başlayacak.
    Vatanımızın, çocukların geleceği için bir an önce kendimizi toparlamamız lazım.
    Herkesi kendi üstüne düşeni yapmaya davet ediyorum.
    Ben kendi üzerime düşeni bu yazıyı yazarak yapmaya başladım bile ve bunu da sürdüreceğim.