Yazar: odakhaber

  • Zeytinyağı mı cinsellik hapı mı?

    Atina Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre zeytinyağı tüketen kişilerde testosteron seviyesinin yüzde 40 daha fazla olduğunu tespit edilmiş. Araştırmanın detaylı sonuçları Avrupa Kalp Birliği’nin önümüzdeki günlerde Münih’te yapılacak toplantısında açıklanacak.

    Zeytinyağı ilaçtır! söyleminden pek hoşlanmam. Zeytinyağı ilaç değil, yağların kraliçesidir. Zeytin meyvesi ile çok sağlıklı bir gıdadır. 
    Ne var ki zeytinyağını cinsel destek veren ilaçlarla mukayese etmek isteyen Atina Üniversitesi’nden bir grup uzman, 600’den fazla erkeğin katıldığı güzel bir araştırma yapmış, araştırmaya katılan erkeklere her gün 9 çorba kaşığı saf zeytinyağı içirmişler. 
    Araştırma bitiminde de bu kişilerde testosteron seviyesinin yüzde 40 daha fazla olduğunu tespit etmişler. 
    Araştırmanın ön sonuçları 29 Ağustos’da Daily Mail ve Telegraph (İngiltere) gazetelerinde yayınlandı. Araştırmayı yöneten Dr. Christian Chrysochou bu neticenin zeytinyağının ve “Akdeniz tipi beslenmenin” sağladığı “yüksek damar koruması” ile ilgili olduğunu açıkladı. 
    Araştırmanın detaylı sonuçları Avrupa Kalp Birliği’nin önümüzdeki günlerde Münih’te yapılacak toplantısında açıklanacak. 
    Tavsiyem şu: Yemeklerde zeytinyağlılar tercih edilecek. Soğuk sıkım zeytinyağı salatalara eklenecek. Kahvaltıda 4-5 değil 10-15 zeytin yenecek, Akdeniz tipi beslenme alışkanlığından da asla vazgeçilmeyecek.

    Yemeğin üstüne çay içilmez mi?

    Çayın içindeki bir maddenin besinlerle kazanılan demiri bağırsaklarda demiri bağladığı ve yemekten hemen sonra içilen çayın demirin emiliminin bozacağı yönünde yaygın bir kanaat var. Bu teorik olarak doğru bir bilgi ama pratikte zannedildiği kadar anlamlı değil. Yemek sonrası çay yasağı olsa olsa ağır demir eksikliklerinde geçerli

    Limonlu su mu sirkeli su mu?

    Limonlu su vücuda alkali güç desteği verme açısından çok değerlidir. Özellikle sabah aç karnına tavsiye edilir. Sirkeyi gıdalara daha çok eklemek de ise probiyotik güç açısından ciddi fayda sağlar. Güne bir bardak ılık limonlu suyla başlayalım. 
    Gün içinde de yiyeceklerimize daha sık ve bol doğal sirke eklemeye özen gösterelim. Ev yapımı sirkeleri tercih edelim.
    Elma sirkesini ise bir tık öne çıkalım. Şeker eklenmiş sirkeleri (nar sirkelerine dikkat) kullanmayalım.

    GÖĞSÜM AĞRIYOR NE YAPAYIM?

    Bu tip ağrılarda, eğer ağrı istirahat halinde geliyorsa ve sizin bilinen bir kalp riskiniz de yoksa hemen telaşlanmanız gerekmez. Diyelim ki hızlı adımlarla merdiven çıktınız ya da hızlı yürüdünüz ve bir ağrı girdi. Oturup dinlenince ağrı geçti. Fakat bu ağrıya terleme, bulantı, kusma ve baş dönmesi de eşlik ediyorsa o zaman korkmak gerekir.

    KALP HASTALARI SEBZE YEMEMELİ Mİ?

    Bu da hurafe bir bilgi. Bu öneriyi egzersiz yaparken izlediğim bir TV programı sırasında ilk defa duydum. Olur da sizin de kulağınıza falan gelirse ciddiye almayın. Tersine kalbinizi korumak için daha çok bitkisel gıda kazanmaya bakın. Halk arasında şöyle bir deyim var: “40’ına kadar aslan ol, 40’ından sonra kuzu olmalısın!” Yani 40’lı yaşlara kadar et ye ama bu yaştan sonra sebze ağırlıklı beslen! Doğru olan budur. Kalp hastası olmamanın yolu sebze ağırlıklı beslenmedir.

    GENÇLERDE KALP KRİZİNİN DAHA ÖLÜMCÜL OLDUĞU DOĞRU MU?

    Gençlerde görülen kalp krizlerinde hastayı kaybetme riski daha yüksektir. İleri yaşta bu riskin azalmasının en önemli nedeni ise, kalp krizine götüren damar probleminin yavaş yavaş gelişmesi, böylece kalbi besleyen yan damarlar oluşması. 
    O damar tıkanınca da görevi diğer damar üstleniyor. 
    Gençlerde görülen krizler damarların tıkanmasına bağlı krizler değil, kalp kaslarındaki kalp kapakçılarındaki arızalardan kaynaklanır.

    SICAK VE NEMLİ HAVALAR KALP İÇİN TEHLİKELİ Mİ?

    Kalp krizi riski yüksek kişiler için sıcak ve nemli havaların tehlikeli olduğu doğrudur. Tansiyonu yüksek olanlar, şeker hastaları, önceden kalp krizi geçirmiş olanlar sıcaklardan çok etkileniyor. 
    Bu kişilerin, çok sıcak saatlerde evlerinden çıkmamaları, güneş altında uzun süre kalmamaları, terle kaybettikleri sıvıyı süratle yerine koymaları ve serin yerlerde istirahat etmeleri gerekiyor.

    KALP KRİZİ RİSKİM VAR YÜRÜYÜŞ YAPABİLİR MİYİM?

    Tansiyon ve kilo probleminiz varsa herhangi bir egzersiz programına başlamadan önce bir uzmana danışmakta fayda var. Risk grubundaki ve özellikle de hali hazırda kalp problemi olan birisinin çok hızlı yürümesi bile bazen tehlikeli olabilir.Sağlıklı birinin beslenmesinde zorunlu bir kural değildir. Bana göre yemeğin üzerine çay, afiyetle içilebilir. Tabii ki abartmamak koşulu ile.

  • Kaşıkçı’nın öldüğünden nasıl bu kadar emin olunabiliyor?

    İlk gün itibarıyla dikkatimi çeken ve hâlâ da titizlikle takip ettiğim Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı olayı gizemini koruyor.

    Büyük çoğunluk, (ki buna polisteki, MİT’teki tüm üst düzey yetkililer dahil) Kaşıkçı’nın Konsolosluğa girdikten sonra öldürüldüğüne inanıyor.

    Enteresan ama söz konusu olayı bizzat araştıran, olayla yakından ilgilenen kiminle görüşsem, konuşsam onlardan, “Yüzde 100 öldürüldü!” ifadelerini duyuyorum.

    Şahsen ben de böyle olduğunu düşünüyorum ama bir yandan da elimizde kesin olarak öldürüldüğüne dair bir kanıt olmadığı için oraya kocaman bir soru işareti koyuyorum.

    Çünkü “Öldürüldü” demek için ya birinin ya da birilerinin çıkıp, “Evet biz öldürdük!” demesi ya da cesedinin mutlaka bulunmuş olması gerekiyor.

    Evet, eldeki donelere, emarelere göre Kaşıkçı’nın kaybından kesinlikle sorumlu olan İstanbul Suudi Arabistan Başkonsolosluğu… Nasıl ve ne şekil bilmiyorum ama adamcağıza ne olduysa o binaya girdikten sonra oldu.

    Ama tüm bu emareler bile beni şahsın, “Yüzde yüz öldürülmüş” olduğu kanaatine vardıramıyor.

    Çünkü belki de öldürülmedi, bir yerlerde canlı olarak rehin tutuluyor.

    BAŞKONSOLOSLUK REZİDANSINDA SAKLIYOR OLABİLİRLER Mİ? 

    Mesela bu yer, Başkonsolosun yaşadığı rezidans yani konut olabilir.

    Öyle ya! Görüntülere yansıyana göre Mercedes Vito marka, camları siyah filmle kaplı bir araç var. Başkonsolosluğa ait bu gizemli minibüs Cemal Kaşıkçı’nın binaya girişinin yaklaşık 2 saat sonrasında Başkonsolosluktan çıkıyor ve 250-300 metre uzaklıktaki Başkonsolos Muhammed El Katibi’nin ailesiyle yaşadığı konuttan içeri giriyor ve 3 gün boyunca da oradan çıkmıyor. (Bir kere bu araç ve o konutta kesinlikle arama, tarama yapılması şart!)

    Ya da diyorum kendi kendime, “Kaşıkçı Suudi Arabistan istihbaratından olduğu kesinleşen o 15 kişilik özel tim tarafından bir biçimde yurt dışına kaçırıldı!”

    Polis ve MİT istihbaratına göre böyle bir şeyin olması asla mümkün değil. Çünkü o 15 kişi Türkiye’den ayrılırken uçakları ve kendileri didik didik aranmış ve bunların tüm kayıtları da mevcutmuş.

    Ben yine de açık bir kapı bırakıyorum bu konuda. Hani belki polisin, MİT’in atladığı çok ufak bir detay vardır. Belki adamı o 15 kişi değil de, başka birileri, başka bir gün yurt dışına çıkardı filan diyorum ama sonra bu olayı soruşturan polis ve istihbarattaki yetkin isimlerin, “Kesinlikle öldürüldü” ifadeleri geliyor aklıma ve soruyorum kendi kendime, “Ortada hiçbir delil yok iken öldüğünden nasıl emin olabiliyor bu insanlar?”

    Çoğunuzun da aynı suali sorguladığından eminim…

    Bilmiyorum siz ne diyorsunuz cevaben sorgunuzda ama Cemal Kaşıkçı’nın öldürüldüğüne kesin gözüyle bakılması nedeniyle benim aklıma iki şey geliyor.

    Birisi şu: Kesinlikle içeriden bilgi alındı… Mutlaka Suudi Konsolosluğu içerisinde mevcut iktidara muhalif olan birileri de vardır. Veya başka ülkelerin istihbaratına çalışan…

    Bu CIA olabilir ya da başka bir istihbarat teşkilatı.

    Belki içeri sızan bu insanlar o binada Kaşıkçı’nın çok feci bir biçimde katledildiğini ve cesedini de yok ettiklerini haber verdi.

    Ve belki bu ihbarı yapan ya da yapanların elinde bir kayıt da vardır. Mesela bu ses kaydı olabilir. Cinayetin işlendiği sırada birileri o andaki sesleri kayda almış olabilir.

    EL CEZİRE’NİN HABERİ DOĞRU OLABİLİR Mİ?

    Ya da diyorum, Kaşıkçı’nın cesedi bulundu…

    Kim bilir belki de dünya çapında saygınlığı ve etkinliği ile bilinen yayın organlarından olan El Cezire’nin 6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan o gece tüm dünyaya, “Cemal Kaşıkçı’nın cesedi İstanbul’da parçalanmış halde bulundu” diyerek son dakikayla duyurduğu haber doğruydu.

    Gerçekten de Kaşıkçı’nın cesedi İstanbul’da bir yerlerde, belki bir ormanda, belki bir yol kenarında ve parçalanmış halde bulunmuş olamaz mı?

    Dersiniz ki, “Ee madem bulundu neden saklıyor Türkiye bunu?”

    Ee çünkü karşıda bu korkunç cinayeti işlediği ayan beyan belli olduğu halde dünya kamuoyunun adeta aklıyla dalga geçen, alenen yalan söyleyen koca bir devlet var ve bu devlet, “Hayır biz yapmadık! Sorumluluk bizde değil!” diyerek kendini temize çıkarma peşinde.

    Mutlaka vardır ellerinde bu cinayeti işleyenlerin nasıl işlediklerini ispat eden kanıtlar ama bence o ceset bulunduğu halde kamuoyuyla bu bilgi paylaşılmıyor ise sebep, Suudilerin eteklerindeki tüm taşları dökmelerini beklemelerindendir.

    Hele bir döksünler… Ne diyeceklerse desinler… Dünya bir görsün bu cinayeti işleyenlerin pervasızlığını, fütursuzluğunu sonrasında da biz çıkalım kamuoyunun önüne ve “Biz bilmiyoruz! Bizim haberimiz yok! Biz değiliz onu öldüren!” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışan Suudilerin maskesini düşürelim!

    Dipnotum: Bu arada sakın bu yazdıklarımı bir kaynağa ya da kesin bir delile dayandırarak kaleme aldığımı düşünmeyin lütfen. Bunlar kendi yorumlarım sadece. Kendi kendime yaptığım sorgulamalardan vardığım bazı senaryolar…

  • Sosyal hayata yeni ayar

    19 Ağustos 2018 tarihli ve 30514 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşları ile Engelli ve Muhtaç Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile 65 yaş aylığının bağlanması açısından artık aynı hanede yaşayan tüm fertlerin gelirleri dikkate alınmayacak. 

    Düzenlemeye göre, 65 yaşını doldurmuş muhtaç, güçsüz ve kimsesiz kişilerin 65 yaş aylığına hak kazanabilmeleri için sadece varsa eşlerinin ve kendilerinin gelirlerine bakılacak ve eşi ve kendisinin geliri asgari ücretin net tutarının üçte birinden düşük olanlara aylık bağlanacak. Bununla birlikte, düzenlemeye göre, eşlerin aynı evde yaşayıp yaşamamaları da dikkate alınmayacak. 

    YÖNETMELİK DEĞİŞİKLİĞİ ÖNCESİNDEKİ ŞARTLAR

    Yönetmelik değişikliği öncesinde, 65 yaş aylığı alabilmek için 3 temel şart söz konusuydu. Buna göre, ilk şart 65 yaşını doldurmuş olmak. İkinci olarak, 65 yaşını doldurmuş olan kişinin aylık alabilmesi için hiçbir sosyal güvencesi olmaması, yani emekli olmaması, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan dul veya yetim aylığı almaması ve herhangi bir işte çalışmaması gerekiyordu. Bu şartlarda yeni yönetmelikle herhangi bir değişiklik söz konusu değil.

    Diğer taraftan, 65 yaş aylığı alabilmek için üçüncü şart ise 65 yaşını doldurmuş olan kişinin yaşadığı hanenin gelirinin belirlenen sınırın altında kalmasıydı. Söz konusu sınır, asgari ücretin net tutarının 3’te biri. Yani, yönetmelik değişikliğiyle bu sınırda herhangi bir değişiklik yapılmadı ancak aylık bağlanmasında dikkate alınacak gelir hane halkının toplam geliri yerine, kişinin ve eşinin geliri olarak belirlendi. Yapılan değişiklikle çok daha fazla sayıda kişi 65 yaş aylığından yararlanmış olacak.

    İŞSİZLİK SİGORTASINDA DA YENİ DÜZENLEME YOLDA

    Geçtiğimiz günlerde açıklanan 100 Günlük İcraat Programı’nda yer alan önemli bir düzenleme, işsizlik sigortasından yararlanmanın esnetilmesiyle ilgili. Programda işsizlik sigortasına hak kazanma şartlarının esnetilerek 12 bin 500 kişinin daha işsizlik ödeneğinden faydalandırılmasının sağlanmasına yönelik bir düzenleme yer alıyor.

    Türkiye’de işsizlik sigortasından yararlanmada yaşanan güçlükler nedeniyle işsizlerin ortalama olarak yalnızca yüzde 10 ila 11’inin işsizlik ödeneğine erişebildiği görülüyor. İşsizlik sigortasından yararlanma kriterleri bakımından OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’nin ağır şartlara sahip olduğunu söylemek mümkün. OECD genelinde işsizlik sigortasından ödenek alabilmek için son yirmi dört ayda, en az on iki ay prim ödenmiş olma şartının geçerli olduğu görülüyor. Buna karşılık, Türkiye’de halihazırdaki düzenlemeye göre işsizlik sigortasından ödenek alabilmek için son yüz yirmi günü kesintisiz olmak üzere son üç yıl içerisinde en az altı yüz gün prim ödenmiş olması gerekiyor.

    Neler değişecek?

    İcraat Programı’nda yer aldığı üzere, işsizlik sigortasına hak kazanma şartlarının esnetilmesi için iş sözleşmesinin sona ermesinden önceki son yüz yirmi gün kesintisiz olarak prim ödemiş olma şartı esnetilecek. Bu anlamda, “kesintisiz olarak çalışmış olma” şartı yerine iş sözleşmesinin devam edip etmediğine bakılacak. Dolayısıyla, Sosyal Güvenlik Kurumu’na eksik gün bildirilmesi durumunda da işsizlik sigortasından yararlanılabilecek. Böylece, 12 bin 500 kişinin daha işsizlik sigortasından yararlanabileceği öngörülüyor.

    İŞSİZLİK ÖDENEĞİ NE KADAR?

    İşsizlik sigortasından alınan işsizlik parası, kişinin son dört aylık prime esas kazancının, yani SGK’ya bildirilen brüt ücretinin yüzde 40’ıdır. 2018 yılı için bir kişiye verilecek en düşük işsizlik parası 805.64 TL’dir. Buna göre, asgari ücretle çalışan bir kişi işsiz kaldığında 805.64 TL işsizlik parası alır. Diğer yandan, işsizlik ödeneğinde de bir üst sınır söz konusu. Bir kişinin brüt ücreti ne kadar yüksek olursa olsun, alabileceği işsizlik parası asgari ücretin yüzde 80’ini geçemez. Bu durumda, 2018 yılı için alınabilecek en yüksek işsizlik ödeneği 1.611,28 TL’dir. 

    YOKSULLUK RİSKİNE KARŞI…

    Yoksulluk riskinin önlenmesinde önemli bir fonksiyon üstlenen işsizlik sigortasından yararlanabilen kişi sayısının artırılmasına yönelik politikalar, işgücü piyasası açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır. Kişilerin kendilerine daha uygun ve daha verimli olabilecekleri işlerde istihdam edilmeleri, yoksulluk riskinin engellenmesi, işgücü piyasasında optimum düzeyde hareketliliğin sağlanması gibi sonuçları olabilecek bu yöndeki politikaların hayata geçirilmesi son derece önemli.

  • İsmet Paşa’ya haksızlık mı yapılıyor?

    Malum, herkes elindeki Amerikan bayrağı üzerinden İsmet İnönü’yü tartışıyor. Başkan Erdoğan daha önce de İnönü’yü, Hitler’e benzetmiş ve çeşitli vesilelerle ona defalarca yüklenmişti. Peki neden?

    Bu sorunun cevabı toplumun çoğunluğu nezdinde İnönü’nün çağrıştırdıklarında gizli. Hâlâ “Geldi İsmet, gitti kısmet” algısı çok güçlü. Erdoğan bunu biliyor ve o nedenle sık sık İnönü’yü hedef alıyor.

    Türk sağ geleneğinde zaten bu tutum çok yaygındır. Kemal Paşa asla en ufak şekilde eleştirilmez ve sürekli İsmet Paşa’ya vurulur. 27 senelik tek parti diktatörlüğü döneminin tüm günahları ona fatura edilir. Muhafazakâr aydınlar da aynısını yaparlar.

    TÜM GÜNAHLAR TEK KİŞİYE

    Ben bilindiği gibi İsmet Paşa zihniyetine tamamen zıt düşünen ve onu sevenlerin de hiç hoşlanmadığı liberal-demokrat bir yazarım. Fakat İnönü’ye bu noktada haksızlık yapıldığını düşünüyor ve rahatsız oluyorum. Üstelik bu haksızlığı sadece sağcılar yapmıyorlar. Rahmetli Attila İlhan gibi birçok Kemalist yazar ya da aynı şekilde Atatürkçü aileler de sıkıştı mı hep aynısını yaparlar. Tüm sevaplar Kemal Paşa’ya, tüm günahlar İsmet Paşa’ya yazılır.

    Kendi ailemden biliyorum. CHP’li ve Atatürkçü bir aileden geliyorum. Amcam CHP’li bir belediye başkanıydı. Hatırlıyorum, bizim ailede bile o dönemden kalma bir sorun konuşulduğunda hep İsmet Paşa yerilir ve Mustafa Kemal’e hiç toz kondurulmazdı.

    İKTİDAR ATATÜRKÇÜLERDEN MEMNUN

    Bir insanı böyle kutsallaştırma yaklaşımı her şeyden önce Atatürk’ün çok önemsediği aydınlanma değerlerine aykırı. Mustafa Kemal’e “Hayat boyu hiç hata yapmamış kutlu insan” muamelesi yapmak akla ve bilime ters. Maalesef günümüz Kemalistlerinin çoğunluğu bilimsel değil dinsel bir bakış açısına sahipler. Atatürkçülüğü bir din gibi benimsiyorlar.

    Öte yandan mevcut iktidarın Atatürkçülerin bu tuhaf durumundan memnun olduğu kanaatindeyim. Muhalefet gücünü domine eden Kemalistlerin bu vaziyeti devam ettikçe AK Parti’nin iktidardan düşme olasılığı yok. Mesela Yılmaz Özdil’in yeni çıkan kitabı gibi ruhani Mustafa Kemal portreleri bugünkü iktidara hizmet ediyor. Fakat bu gerçeği Atatürkçüler maalesef göremiyor…

    Kemalistler, bu kutsallaştırmacı bakış açılarının aslında kendilerini vurduğunu ve kısıtladığını fark etmiyor.

    YAKA PAÇA TUTUKLAMAK NORMAL Mİ?

    Bakın mesela iki gün önce Atatürk’e “Büyük Şeytan” diye hakaret eden bir öğretmen yaka paça tutuklandı. Elbette böyle bir densizlikten sonra derhal memuriyetten atılmalı. Hakkında hakaret davası açılması da gerekir. Ama evine polis baskını yapılıp tekme tokat tutuklanması normal mi? Dediğim gibi, iktidar bu tür olaylara itiraz etmiyor. Bilakis hükümet böyle durumlarda, “Bakın biz hem Atatürk’e hakaret hem Cumhurbaşkanlığına hakaret dosyalarında tutarlıyız” diyebiliyor.

    BU HUKUKSUZLUĞU DESTEKLEYEN MUHALEFET

    Mevcut muhalefetin neredeyse tamamı, en başta da CHP bu yaka paça tutuklanmayı doğru buluyor. Medyada da bu manzaralara hiç itiraz eden yok. Bir ülkenin muhalefeti böyle bir hukuksuzluğu normal bulursa o zaman yarın Başkan Erdoğan’a “Büyük Şeytan” diye hakaret eden biri de tekme tokat tutuklandığında muhalefetin söz söyleme hakkı ve meşruiyeti kalmaz. Böyle bir siyasi denklemin ve muhalefetin olduğu ülkede de özgürlükçü bir demokratik hukuk devleti olamaz. Ancak illiberal seçimsel demokrasi düzeni olur. Nitekim mevcut düzenimiz bu…

    ***

    Her kötülüğün sorumlusu İsmet Paşa mı?

    İşte tablo bu. Atatürk ülkemizin en büyük tabusu iken, habire İsmet Paşa’ya atışın serbest olmasını ben adil bulmuyorum. Mustafa Kemal’i açık açık bir siyasetçinin eleştirmesi hâlâ yasak ve mümkün değil. İsmet Paşa ise hiçbir zaman tabu olmadı bu ülkede. O yüzden son 70 yıllık siyasi tarihimizde sık sık en ağır dille eleştirilebildi. Ayrıca ifade ettiğim gibi Kemalist yazarlar da çoğu zaman İnönü’yü “günah keçisi” ilan etti.

    Mesela, irticanın hatta karşı-devrimin 1938’le birlikte başladığını ileri süren onlarca Kemalist yazar var. 27 yıllık tek parti diktatörlüğünün aşırılıklarının da hesabı genelde sadece İsmet Paşa’dan sorulur. Yine kimi Kemalistler de “Atatürk demokrattı ama kimi faşizan uygulamaları hep İnönü yaptı” deyip Kemal Paşa’yı bu eleştirilerden muaf tutmak ister. Nazım Hikmet’i de İsmet Paşa’nın içeri attırdığı ve Atatürk’ün bunu istemediği gibi yalanlar söylerler.

    TEŞVİK EDİCİ DEĞİL FRENLEYİCİ

    Tek parti rejimi, totaliterlikle otoriterlik arasında salınan bir rejimdi. Nitelikli birçok tarihçimizin belirttiği gibi o dönemin bazı uygulamalarında Mussolini ve Hitler etkisini görmemek de imkânsızdır. Peki, İsmet Paşa mı böyle eğilimlere sahipti? Hep söylendiği gibi bu aşırılıkların kaynağı o muydu?

    O döneme dair karşılaştırmalı okumalar bana bu yargının İsmet Paşa’ya haksızlık olduğunu düşündürtüyor. Bence İsmet İnönü dönemin faşizan icraatlarında “teşvik edici” olmaktan ziyade “frenleyici” işlev görmüş bir isim.

    Karakter olarak daha radikal olan Mustafa Kemal’di kuşkusuz… Elbette gerçek lider karakterli ve siyasi deha sahibi olan da Atatürk’tü. İsmet Paşa tam anlamıyla bir “ikinci adam”dı.

    DİL DEVRİMİNİ 2 YIL GECİKTİRDİ

    Mesela eğer İsmet Paşa tek yetkili olsaydı kesinlikle “dil devrimi”ne imza atmazdı. Kemal Paşa dil devrimi/harf devrimi fikrine kapıldığı zaman kendisine Enver Paşa’nın 1910’lu yıllardaki birbirinden ayrılmış harflerle yazılan Arap yazısını benimseme yönündeki başarısız olmuş saçma teşebbüsünü hatırlatan İsmet Paşa’ydı. O sebeple harf devrimi iki yıl gecikmişti. İsmet Paşa Atatürk’ün bu tür radikal tavırlarına karşıydı ama Kemal Paşa “yapılacak” dedikten sonra da tam bir görev insanı olduğu için alınan karara uyardı…

    İnönü’ye dair bütün dış gözlemcilerin ittifak ettiği bir husus vardır: Paşa tam bir ihtiyat ve itidal insanıdır. Mesela Atatürk’e yönelik suikast girişiminin arkasında büyük bir komplo olduğu fikrini de hiçbir zaman benimsemedi İsmet Paşa. Rauf, Ali Fuat ve Kâzım Paşalara yönelik Atatürk’ün kafasındakileri durduran oydu. Nitekim Mustafa Kemal vefat eder etmez bütün bu Milli Mücadele komutanlarına “iade-i itibar” ederek onları eski mevkilerine getirmek konusunda öncülük eden de İsmet Paşa’dır…

    DOĞRU OLMADIĞINA KANAAT GETİRDİĞİM…

    1972 yılında CHP kongresinden kendi isteğinin dışında bir karar çıkarsa istifa edeceğini vurgulaması ve sonrasında da söz verdiği gibi istifa etmesi, koltuğunu Bülent Ecevit’e vermesi de İsmet Paşa namına hayırla anılacak bir durum bence.

    Uzun süre benim de inandığım ama artık doğru olmadığına kanaat getirdiğim bir nokta da, 1950’de çok partili rejime geçmemize İsmet Paşa’nın “zorunda kaldığı” için razı olduğu görüşü. İsmet Paşa Portekiz benzeri bir modelle “Batı ittifakı”ndan kopmadan diktatörlük rejimini sürdürebilirdi. Bence çok partili rejime geçişte onun ılımlı karakteri etkili olmuştur. Açık söyleyeyim: Öyle bir demokratik yenilgi durumunda kalsa, Mustafa Kemal Paşa, İnönü gibi sorunsuz biçimde iktidarı devredemezdi bence. Elinde böyle bir güç varken iktidarını sandık yoluyla devredecek karakterde biri değildi. Kanaatimce yenileceği bir seçime girmezdi Mustafa Kemal.

    ‘VUR ABALIYA’ MANTIĞI

    Dankwart Rustow’un İsmet Paşa’ya dair “Demokrasiyi mümkün kılmak üzere, elindeki ancak bir diktatörde bulunabilecek güçten feragat eden dünyadaki tek devlet adamı” yorumu ilginçtir. Bence abartılı bir yorum bu, fakat belli oranda gerçeği yansıtıyor…

    Sonuç olarak İsmet İnönü’nün dünya görüşünü benimsemeyen hatta o dünya görüşüne tam zıt fikirlere sahip biri olsam da, adalet ve hakkaniyet gereği İnönü söz konusu olduğunda “Vur abalıya!” mantığından da hoşlanmıyorum.

    Öte yandan Atatürk’ü seven bir insan olarak, herkes tarafından Mustafa Kemal’in de özgürce eleştirilebileceği bir Türkiye istiyorum. Böylece rahmetli İsmet Paşa da “günah keçisi” olmaktan kurtulur.

  • Çalışan ‘emekli’nin aylığı ve tazminatı

    25-30 yıl çalışıp emekli aylığı almaya hak kazanan emeklilerin önemli bir bölümü çalışmaya devam ediyor. Aylık bağlama oranlarındaki düşüş nedeniyle azalan emekli aylıkları yüzünden emeklilik sonrası çalışma artmaya başladı. Diğer yandan, çocukların eğitim hayatının devam etmesi nedeniyle evin geçimi de emeklilerimize kalıyor. Hal böyle olunca pek çok emekli emeklilik sonrası çalışmaya devam ediyor. Peki, emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden kişi işten ayrıldığında kıdem tazminatı alabilir mi ve çalışan emeklinin emekli aylığı artar mı? Bir bakalım…

    1 Ekim 2008 önemli… 

    İlk kez 1 Ekim 2008 sonrasında sigortalı olmuş kişiler emekli olduktan sonra çalışmaya 4/a’lı yani eski adıyla SSK’lı olarak çalışmaya devam etmek isterlerse SGDP ödeyemezler.

    Bu kişiler aylıklarını kestirip bütün sigorta kollarına prim ödeyerek çalışmak durumundadırlar. Dolayısıyla, ilk kez 1 Ekim 2008 sonrasında sigortalı olmuş kişiler emekli olduklarında SGDP ödeyerek çalışma imkanı elde edemeyecekler. Bu kişiler aylıklarını kestirip çalışmak zorunda kalacaklar.

    Kıdem tazminatı alabilir mi?

    SSK’lı olan emekliler, emekli olmaları nedeniyle işverenlerinden kıdem tazminatlarını alabilirler. Bu sebeple, 30 yıl aynı işyerinde çalışan bir kişi emekli olurken 30 aylık brüt ücreti tutarındaki kıdem tazminatını alarak işyerinden ayrılabilir.

    Bu durumdaki kişi emekli olduktan sonra yeniden çalışmaya devam ederse kıdem tazminatını hangi hallerde alabileceği farklılık gösterir. Emekli olduktan sonra SGDP ödeyerek, yani aylığını kestirmeden çalışmaya devam eden bir kişi çalışmasını sonlandırmak istediğinde, emekli olmak nedeniyle kıdem tazminatı talep edemez. Ancak SGDP ödemek yerine aylığını kestirip çalışmaya devam ederse, istediği zaman çalışmasını sonlandırıp işverenden kıdem tazminatı talep edebilir. Dolayısıyla, emekli olup yeniden çalışmaya devam edecek olan kişiler bu tercihi yaparken kıdem tazminatı konusunu da dikkate almalılar.

    SGDP ödeyerek çalışmaya devam eden kişiler, işverenin işten çıkarması halinde ve bazı durumlarda kıdem tazminatı alabilirler. Buna karşılık emekli olmaları sebebiyle istifa edip kıdem tazminatı almaları söz konusu değildir. Bu kişilerin kıdem tazminatlarını alabilmeleri için İş Kanunu’nda belirtilen diğer nedenlerle işten çıkartılmaları veya ayrılmaları gerekiyor.

    Emekli nasıl çalışabilir?

    Emekli olduktan sonra 4/a’lı olarak yani eski adıyla SSK’lı olarak çalışmaya devam etmek isteyenler için belirleyici olan bu kişilerin ilk kez ne zaman sigortalı olduklarıdır.

    1 Ekim 2008 tarihinden önce çalışmaya başlamış veya emekli olmuş kişiler, emekli olduktan sonra 4/a’lı yani bir işverene bağlı olarak çalışmaya devam etmek isterlerse iki seçenekleri söz konusudur. Ya emekli aylıklarını kestirirler ya da sosyal güvenlik destek primine (SGDP) tabi olarak çalışırlar. Sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışan kişilerin ücretlerinden yüksek prim kesintisi olmakla birlikte, söz konusu kişiler emekli aylıklarını almaya devam ederler. Aylığını kestirip çalışan emekli için ise normal bir sigortalı gibi bütün sigorta kollarına prim ödenir.

    Aylık artar mı?

    Emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden kişilerin emekli aylıklarının artıp artmayacağı çalışma biçimlerine göre değişiyor. Emekli olduktan sonra SGDP ödeyerek çalışmaya devam eden kişiler, işlerinden ayrıldıklarında da aynı emekli aylığını almaya devam ederler. Bu dönemde yaşlılık sigortasına prim ödenmediği için emekli aylığı artmaz.  Ancak emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden ve aylığını kestiren kişiler için durum farklıdır. Bu dönemde hem aylık almadıkları, hem de yaşlılık sigortasına prim ödedikleri için bu süre sonunda yeniden aylık hesaplanır ve kendilerine bağlanır. Çalışan emekli eğer aylığını kestirip çalışmaya devam etmiş ise çalışma sonlanınca daha yüksek bir aylık alabilir.

    Yargıtay bu konuda ne dedi?

    Yargıtay’ın görüşü, emeklilik nedeniyle işten ayrılan çalışan tekrar aynı işyerinde çalışmaya başlarsa, emekli olunan tarihte kıdem tazminatı ödenmişse, kıdem hakkının sıfırlandığı yönünde. Yani kişi için yeni bir çalışma dönemi başlıyor ve bir yıllık asgari sürenin baştan başlaması söz konusu oluyor. Çalışanın bu işyerinden tekrar ayrılırken ödenecek olan kıdem tazminatının da emekli olduktan sonraki dönem üzerinden hesaplanması gerekiyor.

    Örneğin, çalışan 20 yıl aynı işyerinde çalışıp kıdem tazminatını alarak emekli olmuş ve sonra yeniden aynı işyerinde çalışmaya devam ederek 3 yıl daha çalışmış ise ikinci kez kıdem tazminatına hak ettiğinde yalnızca 3 yıllık süre üzerinden kıdem tazminatı alabilecektir.

  • EYT’liye hak tamam gibi…

    TBMM’DE hangi kesim daha baskın olursa onun beklentisine uygun kanun çıkarma olasılığının yükseldiği döneme tanıklık edileceğini söylemiştim.

    Buna gerekçe olarak da seçim mevsimini göstermiştim.

    Uzun sürmedi, ilk veriler de gelmeye başladı.

    Bunun en iyi göstergesi de Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) ile ilgili durum…

    Yaş süreçlerini doldurmadan emekli olabilmek için kanuni düzenleme yapılması talebini ilettiklerinde beklentileri yüksek değildi.

    Hatta Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) içinde bulunduğu durum açısından olanaksız gibiydi.

    Bakanlar Kurulu gündeminde olmadığını açıkladı ancak bunun TBMM’nin meselesi olduğunu da belirtip kenara çekildi.

    “Politikacının ağzından bir kez çıktı mı, kanun olarak da çıkar” kuralı bu aşamadan sonra daha da hızlandı.

    Görünen o ki EYT meselesi, beklendiği şekliyle olmasa da ara bir formülle TBMM’den çıkacak.

    Bu konuda CHP ve MHP’nin çabası da oldukça yüksek…

    CHP’NİN KAPSAMI

    Nitekim dün CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, emeklilikte yaşa takılanların bütçeye getireceği yükün yüksek olmayacağını belirtti.

    Daha önce emeklilerin maaşlarındaki olumsuzluğu giderme konusunu da gündeme getirdiklerinde benzer tutumla karşılaştıklarını anımsattı.

    AK Parti’nin 1993’ten bu yana gelenler yerine daha dar kapsamlı bir düzenleme ile meseleyi çözme arayışında olduğunu belirtip ekledi: “AKP, 200-250 bin civarındaki kişiyi kapsayan düzenleme üzerinde duruyor. Bizim hedefimiz ise hepsine, 4,5 milyona verilmesi…”

    Özel, TBMM Başkanlığı’nın milletvekillerinin daha önce verdiği kanun tekliflerini Temmuz ayından bu yana Komisyon’a göndermediğini de belirtti.

    “Uyarımız üzerine teklifler Komisyon’a gönderildi” dedi.

    MHP’NİN SINIRI

    İktidar partisindeki hazırlık ise emeklilikte yaş eşiğini kaldırmadan bir düzenleme getirmek.

    Emekliliğine az bir süre kalmış olanlara bu hakkı tanımak, uzun vade bulunanları ise kapsam dışı bırakmak.

    MHP de meseleye bu şekilde yaklaşıyor.

    MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay da dünkü sohbetimizde düşündükleri modeli dile getirdi.

    CHP’nin ileri sürdüğü gibi kapsama girecek sayısının 4-6 milyon gibi rakamlara ulaşmasının olanaksız olduğunu belirtti.

    Akçay, “Bizim hesabımıza göre aileleriyle beraber 700 bin kişiye etki yapar, o da 200-250 bin kişi demektir ki bir yük getirmez” deyip devam etti:

    “Bunun bütçeye yükü, her yıl 2 bayramda verilen ikramiye sayısından yüksek olmaz. Bütçeye bir yükü elbette olacak, ama ekonomiye yeniden dönüşü hesaba katıldığında yüksek oranlı olumsuzluğa yol açmaz…”

    “İKTİDARI DA KATALIM”

    EYT ile ilgili etki analizi yapılması gerektiğini de belirten Akçay, önerisini de şöyle dile getirdi:

    “Madem ortada bir teklif var ve çıkmasını biz de CHP de istiyor; gelin hep birlikte ele alalım. İktidar partisini de ikna ederek işin içine katalım ki bütçeye olan etkisini de iyi ayarlayalım.”

    İYİ Parti ve HDP’nin tutumu da aslında CHP’den farklı değil…

    Dolayısıyla TBMM’de konu üzerinde mutabakat sağlanmış durumda…

    Bu aşamaya geldikten sonra, hele bir de önünde sandık varsa çıkmaması olanaksız…

    Başa dönersem, bundan böyle TBMM’de kanunlar dinamik azınlığın, gevşek çoğunluğa baskın gelmesine göre şekillenir; popülizm kazanır.

    Sesi çok çıkan, kendi kanununu da çıkarır…

    ***

    Muhtar Kent’e adaylık önerisini kim götürdü?

    CHP’de yerel seçim sürecini yürüten Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun’a soruyu yönelttiğimde bu denli hayıflanacağı aklımdan geçmezdi.

    İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adaylığı için Ümit Boyner ve Muhtar Kent’e teklif götürdüklerine ilişkin haberi aktardığımda bir süre sustu.

    Sorunun devamını getirince de soruyla karşılık verdi:

    “Sayın Boyner ve Sayın Kent’e acaba kim adalık teklifinde bulundu?”

    Sorusunu anlamadığımı belirtince de konuyu açtı:

    “Parti yönetimi olarak bizim bu yönde bir adımımız olmadı. Herhangi bir arkadaşımızı da bu konuda görevlendirmedik. Bizim adımıza kim teklif yapıyor biz de onu merak ediyoruz…”

    “BİZ DE BİLSEK…”

    Burada da kalmadı, CHP’li bazı isimlerin adı geçen kişilere öneride bulunup bulunmadığına yönelik de bir bilgisinin olmadığını belirtip devam etti:

    “En azından bu arkadaşlarımız da böyle bir eyleme girmeden önce açıp bize sorarlar. Ama soran da olmadı. Adımıza kim önerilerde bulunuyorsa, bu şahısların isimlerini söylesinler, hiç değilse kim olduklarını bilelim…”

    Seyit Torun, bu yöndeki iddiaların CHP’ye yönelik “itibarsızlaştırma” girişimi olabileceğini de belirtti.

    Sözlerinde her zamanki gibi samimiydi ve kim olduklarının merakı içindeydi…

    Anlaşılan o ki birileri İstanbul’da CHP adına adaylık dağıtıyor…

    Ya da öyle bir eylem yok birileri uyduruyor…

    Merhum Erdal İnönü’nün böyle durumlar için söylediği sözle bitireyim:

    “Zamanın her şeyi ortaya çıkarma gibi kötü bir huyu vardır…”

  • Zeytinci mutsuz ve endişeli

    GEÇİMİNİ zeytin üretimi ile sağlayan 320 bin aileden birine mensup çiftçi bir milletvekiliyim.

    Üretici zeytinin kilosunu 2.5 TL’ye mal etmiştir. Buna karşılık şu an yeşil zeytinini 2 TL’ye satmak zorundadır. Yani zarar etmektedir. Son günlerin moda deyimi ile ‘konkordato’ ilan etmek üzeredir. Örgütlenmenin artık kaçınılmaz olduğunu gören üreticimiz, önümüzdeki günlerde yeni birlik ve kooperatifler kurmanın arayışı içindedir.

    Ancak bugün için, yani çiftçimizin nefes alabilmesi için sofralık zeytine prim verilmesi artık zorunlu hale gelmiştir. Talebini her platformda dile getirmiş, ancak bu haklı istek muhataplarında karşılık bulmamıştır.

    Çiftçimizin bu haklı talebinin sıklıkla dile getirilmesi, sizler aracılığıyla bu konuda kamuoyu oluşturulması önemlidir. 320 bin ailenin sesinin duyulması konusunda desteğiniz bizlere katkı sağlayacaktır. 

    O Türk afiş ve grafik sanatının öncüsü, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemi çizen, çalışmaları günümüzde de güncelliğini koruyan bir usta. Modern Türkiye’nin inşasını çizgileriyle anlatırken mesajı çok net biçimde verir İhap Hulusi. Fikirlerinin zamansızlığı günümüzde dahi güncel olmasını beraberinde getirir. Örneğin vatandaş afişi. 1931 yılında çizdiği bu afişte “Yere tükürene, yasak dinlemeyene, herkesin rahatını bozana, saygısızlıkların her türlüsüne; aldırmamazlık etme” diyor. 

    Her dönemin insanına seslenebilen, kendi zamanın ötesinde bir sanatçı o. Vatandaş, aldırmamazlık etme! Onun tüm çalışmalarını görmek isterseniz Ender Merter tarafından 2010 yılında hazırlanan, Marmara Üniversitesi Cumhuriyet Müzesi’ndeki ‘Müsellesten Üçgene’ özel galerisini ziyaret edebilir, www.ihaphulusigorey.gen.tr veya www.endermerter.com sayfalarını inceleyebilirsiniz. 

    29 EKİM BAYRAMI’NI ANLAMLI KUTLAMAK

    TANRININ gizemli atölyesi diye adlandırdığı tarih içinde günlük ve önemsiz olaylar pek çoktur. Tarihte de günlük yaşamda olduğu gibi çok görkemli ve unutulmaz anlara pek rastlanmaz. Bir ulusun içinden bir dâhinin çıkabilmesi için milyonlarca insanın dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın parladığı anların oluşması için çok beklenilmiştir. Ancak bir ulusun içinde bir dahi ortaya çıkınca çağlar boyu kendisinden söz ettirir; böyle bir an ortaya çıkarsa, bu gelecekteki on yılların ve yüzyılların belirleyicisi olur. 19 Mayıs yıldızın parladığı andır. 29 Ekim bu yıldızın güneş olup etrafı aydınlattığı andır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı şimdiden hepimiz için kutlu olsun. 

  • Referandumda Kürtler Ne Yapacak

    Kafa kafaya giden bir referandum sürecinde herhangi bir kimliksel grubun nasıl tutum alacağı çok kritik olabiliyor. Hele Kürtler gibi seçmenin yüzde 18’ini oluşturan bir kesimse… Doğu ve Güneydoğu’da yaptığımız çalışma ve temaslar ilk kez kimliksel duyarlılığın siyasi pozisyonun önüne geçtiğini ve AK Parti ile PKK/HDP arasında ‘gri’ bir alan oluşturduğunu gösteriyor. Yani giderek daha çok kişi referandum gündemine şu veya bu ideolojik tercihe dayanarak değil, salt Kürt olma psikolojisi üzerinden bakıyor. Bunun temelinde ortak bir aldatılmışlık, küskünlük, kızgınlık duygusu var. Savaş ve güvenlik politikasıyla sonuç alınamayacağı, gelinen noktadan devletin de PKK kadar sorumlu olduğu kanaati yayılıyor. İnsanlar hangi tarafın haklı olduğu tartışmasına girmeyi anlamsız buluyorlar… Böylece manen uzaklaşan ve yabancılaşan bir Kürt coğrafyası oluşuyor.

    Anayasa değişikliğinin Kürtleri dışlayarak kotarılmasının ve bizatihi AK Parti/MHP işbirliğinin devlete güvensizliği artırdığı söyleniyor. Nefret dilinin devam ettiğinden, OHAL’in bu bölgede vatandaşı sindiren bir mekanizmaya dönüştüğünden, kanun ve kuralların işlemediğinden, keyfiliğin yerleştiğinden şikayet ediliyor. Siyasi analizlere geldiğimizde, hem ‘beka sorunu var’ dendiği hem de toplumu bölen ve beka sorunu üreten bir tavır sergilendiği değerlendirmesi çok yaygın ve ideolojik farklılıkları aşıyor. Kürt meselesinin artık Müslümanların elinden çıkıp devletin eline geçtiği fikri bunun uzantısı…

    Referandum bu arka plana oturuyor ve bir bütün olarak siyaseten önemsizleştiriliyor. Aslında Kürtlerin belirgin bir sistem tercihleri yok. Yeter ki demokratik olsun ve kimliksel eşitliği sağlasın. Ancak oylanacak olan anayasa değişikliğinin kuvvetler ‘hiyerarşisi’ yarattığı, yasama ve yargıyı yürütmenin ‘görev alanı’ olarak tanımladığı, buradan demokrasi çıkmayacağı düşünülüyor. Öte yandan sonuç ne çıkarsa çıksın hiçbir şeyin değişmeyeceği yargısı hemen herkese sinmiş durumda. Sonuçta bir dostumuzun söylediği üzere “Anayasa Kürtleri ilgilendirmiyor… Olay giderek bize uzak iki kanat arasındaki mücadele gibi…” Bunun da ardında daha karamsar bir tespit var: Bu mesele otuz yıldır çözülmüyorsa tek bir sebebi olabilir, istenmiyor…

    Yukarıda resmedilen ruh hali hem AK Partili hem PKK’lı Kürtlerin referandum gündemini dışlamalarına neden olmuş. Metropoll şirketinin ocak ortasında yaptığı son araştırmada Kürtlerin oyları yüzde 48’e 30 ‘Hayır’ lehinde. Kararsız veya cevapsız olanlar ise yüzde 22. Oysa kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlayanlarda bu oran yüzde 9.

    Metropoll bir ‘arka plan’ araştırması da yapıyor. Şöyle ki, insanlara tercihlerini sorduğunuzda size ideolojik tutumlarına ve o tutumdan ne denli emin olduklarına göre bir cevap veriyorlar. Ancak bu cevap onların seçim günü sandığa gidecekleri anlamına gelmiyor. Sandığa gitmeyi irdelemek için daha detaylı bir soru seti kullanmanız lazım ve elimizde o veriler de var. Buna göre 1 Kasım seçiminde oy verdikleri partileri temel aldığımızda, Kürt ve Zaza AK Parti’lilerin yüzde 25’i, CHP’lilerin yüzde 19’u ve HDP’lilerin de yüzde 31’i sandığa gitmeme eğilimi gösteriyor. Mesafeli duruşla ilgili bu ölçüm Kürtlerin geneline yayılan gözlemi, yani toplumun diğer kesimlerine ve Türkiye siyasetine yabancılaşma eğilimini doğruluyor.

    Referandum, Evet/Hayır tercihinden bağımsız olarak, taslağın içeriği ve hazırlanma yöntemi itibarıyla bugün ayrıştırmacı bir işlev de görüyor. Herhalde AK Parti’nin bu olumsuz ve tehlikeli ruh halini izale edecek bir kampanya yapması beklenir. Aksi halde sürenin sonuna doğru bu kopuş muhtemelen daha da keskinleşecektir.

  • CEO Samsunlu: İşçilerden özür diledim, haklıydılar

    3. Havalimanı gezimizde İGA CEO’su Kadri Samsunlu’yla sohbet ederken, geçen ayki işçi eylemleri de gündeme geldi. 
    Samsunlu’nun net ifadesi şu oldu:

    “İşçi arkadaşlarımdan özür diledim. Özür dilerim. Haklıydılar”

    Samsunlu böyle söyleyince hemen sorduk: “Madem haklıydılar bu sorunlar niye daha önce çözülmedi?”

    Samsunlu çok net olarak şöyle dedi: “Sorunlar varmış birikmiş ama benim haberim olmadı. Bunlar bana aksettirilmedi.” Peki sorunlar neydi?

    Samsunlu’nun söylediklerini aktarıyorum:

    “İlk olay servis meselesinden patladı. Burada 30 binin üzerinde arkadaşımız çalışıyor. Bize bağlı ve taşeronlara bağlı. Çalışanların servislere bindiği yerin üzeri kapalı olmadığı için yağmur altında kalıp ıslanmışlar. Haklılar mı? Haklılar. Üstelik de uzun süre beklemek zorunda kaldıkları için servis çileye dönüşmüş.

    Tabii bu kadar çok sayıda kişinin servis beklemesi ve aynı anda servise binmesi çok kolay değil. Biz de servis saatlerini değiştirmek istedik. Farklı gruplara, farklı saatler vererek. Ancak taşeronlar buna uyum sağlayamadı. Mesai alışkanlıkları vardı. Büyük oranda çözdük ama olan oldu”

    İkinci mesele yatakhanelerdeki tahtakuruları:

    “O da doğru. Yatakhanelerde tahtakurusu vardı. İnşaatın başından beri düzenli ilaçlama yapılmış ama arazinin ortasındayız ve böcek sorunu var. Düzenli ilaçlamaya rağmen oluyor. Burada bizim kusurumuz kadar işçi arkadaşlarımızın da kusuru var. Yatakhanelere gıda maddesi sokulmaması lazım. Bu konuda hep uyarılar yapılmış. Ancak yine de olmuş. Biz de dikkatli davranmamışız.

    Bana ulaşır ulaşmaz önlem aldık. Yatakhaneleri ve o sırada kullandıkları tüm giysileri aldık ve çok ağır bir ilaçlama yaptık. Ancak içeriye yiyecek sokulursa yine olur.”

    Kadri Samsunlu yemekhaneler konusunda da işçilere hak veriyor:

    “Bazı yerlerde yemeklerin kötü olduğu yazıldı. Yemekleri herkesin bildiği büyük bir yemek firmasından alıyoruz. Yemeklerin kalitesinde, lezzetinde bir sorun yok. Ben dahil yönetici arkadaşlarımız da aynı yemekhanelerde aynı yemeği yiyoruz. Yemekhanedeki mesele kuyruklar. Herkes aynı anda yemeğe gelince çok uzun kuyruklar oluyordu ve yemek paydosu sırasında sıra gelmiyordu. Onu da çözdük. Farklı zaman dilimlerine böldük ve servis imkanlarını arttırdık”

    Peki niye inşaatın tamamlanmasına kısa bir süre kala bu olaylar çıktı ve engellenemedi?

    Samsunlu’nun yanıtı şöyle oldu:

    “Bu kadar yoğun iş alanlarında her zaman sorunlar olabilir. Daha önce de belli sıkıntılar olmuş. O gün servis meselesinde aniden patlamış. Ve büyümüş. İlginç olan buradaki güvenliğe rağmen dışardan tellerden içeri girenler olmuş. Sonra jandarmaya haber verilince Jandarma sert müdahale etmiş. Biz de çok üzüldük o müdahale biçimine.”

    Burada Şeref Oğuz, “Jandarmanın elinde çekiç var ve bu yüzden sorunları çivi olarak görüyor. Gazla, copla müdahale ediyor” dedi.

    Şantiye alanında bir gerilim, bir sıkıntı görmedik.

    Umarım kalıcı bir sükûnettir.

  • Geleneksel haber değerleri

    “Haber değeri” gazeteciliğin temel kavramlarından biridir. Evrensel ölçekte bakıldığında kamu yararı, güncellik, sıradışılık, olumsuzluk/çatışma, merak, etki, şöhret gibi kriterler belirler “haber değeri”ni.

     Fakat bu kriterler medya kuruluşları ve gazetecilere göre, asıl olarak da ülkelere göre farklılıklar gösterir. Her ülkede yerleşik bir haber değerlendirmesi vardır. “Haber değeri” konusunda 12 kriter saptayan Norveçli araştırmacılar Johann Galtung ve Mari Ruge, bu kriterlerin “rutin haber anlayışı” ile ilintili olduğunu vurguluyor.

    Türkiye’de mesleğe başlayan her gazeteci önce bu “rutin haber anlayışı”nı öğrenir. Zamanla neyin haber değeri olduğunu gözü kapalı anlayacak hale gelir. Batılı anlamda haber değeri kavramının Türkiye’de geçmişte tam anlamıyla uygulandığını söyleyemem. Fakat son zamanlarda daha da geriye gittik, haber değeri algısında ciddi bir erozyon yaşanıyor. 

    Örneğin Kocaeli’nde bir babanın oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiği iddiası, –Ahmet Hakan’ın yazısı dışında- Hürriyet’te ve birçok gazetede yer almadı. Bunun üzerine altı okurdan “Haber değeri taşımadığını mı düşünüyorsunuz” eleştirisi geldi.

    Ünlü veya kamusal görevi olmayanların intiharları ve özellikle de yöntemin haber yapılmaması konusunda Hürriyet’te bir ilke kararı var. Ama “kriminal veya protesto niteliği taşıyan, toplumda geniş etki yaratan, iftiraları yalanlamak amacıyla yapılan intiharlar” istisnai hallerdir. Kocaeli’ndeki intihar da “ekonomideki dalgalanma” ya da “geçim sıkıntısı”ndan kaynaklandığı şüphesi olduğu için -iyi araştırmak kaydıyla- haber değeri taşır. İntiharı yazan gazeteci Ergün Demir’in gözaltına alınmasının Hürriyet’te yayımlanması da olayın öneminin ve haber değeri taşıdığının göstergesi aslında.

    “Medya endüstrisi” konulu incelemesiyle tanınan Doç. Dr. Gülseren Adaklı, “haber değeri”nin tartışmalı bir kavram olduğunu vurgularken, “Haber medyasında geleneksel haber değerleri üzerinden seçkinlerin sözü önemli kılınırken, seçkin olmayanlar sadece olumsuz bir olayın nesnesi olarak haber değeri kazanabiliyor, her zaman mağdur ya da tekinsiz özneler olarak resmediliyor” tespitinde bulunuyordu. Örnekte görüldüğü gibi, artık ‘seçkin olmayan bir kişi, negatif bir olay vesilesiyle bile’ haber olamıyor.

    Keşke bu günümüz medyasında tek örnek olsa. Haber değeri taşıdığı konusunda neredeyse tüm gazetecilerin görüş birliği sağlayacağı pek çok gelişme haber olamıyor. Tam tersine yayımlanan bazı metinlerde de haber değeri olmuyor. Aslına bakarsanız gazetecilerin “geleneksel haber değeri” anlayışı değişmedi, değişen gazetecilik koşulları. Galiba artık “haber değeri” yerine yeni bir kavramdan söz etmek gerek: “Yayım değeri.” Bu da Türkiye medyasının literatüre katkısı olacak ve ayrı bir yazı konusu… 

    KIYIKÖY AÇIKLAMALARI

    “KIYIKÖY’e hançer” haberinde “İstanbul’un Çatalca ilçesi Kıyıköy açıklarında balık üreme bölgesinde denizden yıllık 300 bin ton kum çekilmesi için ÇED başvurusuna valiliğin izin verdiği” belirtiliyordu.

    Ertesi gün İstanbul Valiliği tarafından, “Bir özel şirketin (Kumport A.Ş.) Çatalca açıklarında kum çıkarmak için yaptığı ÇED başvurusuna onay verildiği iddiası gerçek değildir” denildi. Kırklareli Valiliği de “Projenin ilimiz sınırlarındaki Kıyıköy beldesinde değil İstanbul sınırları içinde Çatalca ve Şile arasında kaldığı, proje tanıtım dosyasında sehven Kıyıköy yazıldığı” açıklaması yaptı.

    Sırayla gidelim, haberde “İstanbul Çatalca ilçesi Kıyıköy açıkları” yazılmasının nedeni, ÇED dosyasındaki bilgilerdi. Ama okurlar Erkan Gökçen ve A. Feridun Gündoğdu’nun uyardığı gibi, Kıyıköy’ün Çatalca ile ilgisi yok, Kırklareli sınırlarında.

    ÇED başvurusunun onaylanmadığı açıklaması ise doğru. Zaten haberde de “ÇED başvuru dosyasının kabul edildiği” yazılmıştı ama ilk sayfada “İzin verildi” diye yanlış ifade kullanılmıştı. En önemlisi, projenin “Çatalca açıklarında” olduğu açıklamasını doğrulayan başka veri olmaması. ÇED başvurusundaki oşinografi raporu ve haritalar ise “Kıyıköy açıklarını” (Kıyıköy ile Çilingöz evleri arası) işaret ediyor. Hatta balık üreme alanları olduğu balık türleriyle birlikte ayrıntılı olarak yazılmış rapora. 

    OKURDAN KISA KISA

    M. Kaçmaz/ T. Ayhan/ E. Kır/ D. Aşçı/ G. Sırakaya/ Ö. Öztürk/ M. Demir: “DEAŞ’ın seks kölesi Feride evlendi” başlığı karşısında dehşete düştüm. Bir kadın ne yaşarsa yaşasın böyle küçük düşürücü başlıkla haber yapmamalıydınız. Zulümden kurtulup yeni bir hayata atılan bir insana eskileri hatırlatacak şekilde haber yapmanız yanlış. (2 Ekim)

    M.Selami Akkan: “Çingene kızı” parçalarının geleceğini Özgen Acar, 27 Eylül’de Cumhuriyet’te yazmıştı. Bugün Hürriyet’te çıkan “Çingene kızı’na müjde’ haberi yeni değil. (2 Ekim)

    Not: İki haber aynı değil. Cumhuriyet’te “Fatma Şahin’in, mozaikleri New York’ta bulunan Erdoğan’ın uçağıyla getireceği” yazılmıştı. Hürriyet ise Şahin’in bu ay sonunda mozaikleri getireceği bilgisini veriyordu.

    Fatma Aydoğdu: “Sosyal medya ünlülerine gözaltı” haberindeki “Pucca ve Burry Soprano’nun adreslerinde uyuşturucu ele geçirildiği bildirildi” cümlesi yanlış. Ayrıca “uyuşturucu kullanmayı özendirici yayınlar yapan fenomenler” demişsiniz. Suçlu oldukları karar vermek yerine iddia deseydiniz. (2 Ekim)