Yazar: odakhaber

  • Arda Turan ve ‘adamlık’ meselesi

    Okurken çok utandığım, ayrıntıları öğrendikçe hayretler içinde kaldığım Arda Turan’ın bar kavgası meselesinde tam da yazılarımda bahsettiğim erkek tahakkümcü ve cinsiyetçi zihniyetin en kristalize, en yontulmamış hali var. 1 hafta içinde bir yanda İsmail Küçükkaya hadisesi öbür tarafta Arda Turan olayı aslında biz Türkiye kadınlarına çok şey öğretiyor: Kadın meselesini her türlü siyasetin üzerinde görmeliyiz ve ister Atatürkçülük ister iktidarcılık maskesine saklansın, her türlü cinsiyetçi ideolojiye karşı çıkmalıyız. Biz kadınları yine biz kadınlar kurtaracağız…

    Ben futboldan hiç anlamam ancak bundan birkaç sene önce Barcelona’ya gittiğimde karşılaştığım Arda Turan sevgisini düşününce geldiği nokta hakikaten zirveden dibe. Yazık!

    HAYATTAKİ EN YÜKSEK MERTEBE

    Bu tartışmada yozlaşma, kendine her şeyi mübah görme, evli bir kadına sarkıntılık etme gibi rahatsız edici unsurların yanı sıra beni bunlardan da çok irkilten “erkekliği kutsama” mantığı da var. Hayattaki en yüksek mertebe bu erkek kafasına göre “adam olma” mertebesi. Arda Turan kendine “adam” sıfatını layık görerek savunmaya çalışıyor, Arda’nın yanlış yaptığını söyleyenler ise onu “adam olmadığı” gerekçesiyle suçluyor.

    Bu ülkedeki yaygın cinsiyetçi ve erkek-egemen zihniyeti bundan daha iyi anlatan bir kavga olamaz diye düşünüyorum. Hamile karısını evde bırakıp gece kulübüne gitmemek adamlıkmış ve Arda adamlığı ihlal etmiş! Kulüpte çirkin bir üslupla kadınlara sarkmamak da adamlıkmış. Prensip sahibi olmak, ahlaklı olmak, erdemli olmak kavramları yerine “Adam Olmak” diye erkekleri kutsayan bir dil kullanılıyor herkes tarafından. Vay halimize sevgili kadın okurlarım…

  • Bağışıklığa güç kuvvet

     Sülfür ve allisin zengini besinler: Soğan, sarımsak, lahana, karnabahar…

     C vitamini deposu gıdalar: Turunçgiller, kivi, yeşilbiber, yeşilliklerin tamamı…

     Her türlü baharat: En başta zerdeçal, karabiber, kırmızıbiber…

     Taze ve kurutulmuş mantar: Özellikle tazesi öneriliyor. Ama “güvenlik” konusuna dikkat şart.

     Mayalar: Bira mayası gibi besleyici mayalar ilk sırayı alıyor.

     Probiyotik zengini ürünler: Turşular, sirkeler, yoğurt-peynir, kefir, boza, tarhana, şalgam, humus en önemlileri.

     Protein zengini gıdalar: Kırmızı et, tavuk, hindi, balık, yumurta, süt, bakliyat, çekirdekler…

    TAKVİYELERİN 2018 KARNESİ

    – Nezlenizi, gribinizi daha çabuk atlatmak için eczacınızın kapısını çaldığınızda bağışıklık takviyesi seçerken nasıl bir strateji izleyeceksiniz? Hangi takviyelere öncelik vereceksiniz? İşte o takviyelerin bana göre 2018 kışı için “yıldızlı karnesi”:

    – N-Asetil sistein (****)

    – C vitamini (****)

    – Pellargonium sidoides (umclaoba) (****)

    – Probiyotikler (****)

    – Sambucus nigra (***)

    – Beta glukan (**)

    BEDAVA BİR DESTEK: EGZERSİZ

    – Bağışıklığa destek veren doğal yöntemlerden biri de her gün düzenli aerobik yapmaktır. Yürümek, ip atlamak, dans etmek, fark etmiyor; egzersizin her türlüsü kısa süreli bile olsa bağışıklık sisteminizi harekete geçiriyor. Kısa bir tempolu yürüyüş bile dolaşımınızdaki bağışıklık hücrelerinin sayısını anında ve hızla arttırıyor. Egzersiz ağız–boğaz–burun bölgesindeki IgA isimli bağışıklık cisimciğinin miktarını çoğaltarak da sizi üst solunum yolu enfeksiyonlarından koruyor.

    AYAKTA KAL HAYATTA KAL!

    -Fırsatbuldukça yürüyün. Süreyi çok kafanıza takmayın. Tabii ki “fayda” süre uzadıkça artıyor ama 10-20-30 dakika fark etmiyor, yürümenin her dozu bedene iyi geliyor.

    – Yürümeye zamanınız yoksa oda içinde tur atmalısınız. Zira 30 dakikadan daha fazla oturmak yasak! 30 dakikadan sonra kalça kaslarında insülin direnci başlıyor.

    – Saat başı 5 dakikalık ofis içi yürümeniz de bile işe yarıyor.

    – Yürümeyi sevmeyenlere günde 4-5 kez 10-20 tekrarlı çömelme egzersizi de yetiyor.

    – Ayakta durmanız bile oturmanızdan daha çok faydalı. İşyerinde günde 3 saat ayakta durmanın yılda fazladan 30 bin kalori yakmaya yol açtığı (yaklaşık 3-3.5 kilo kaybı) hesaplanmış.

    – İşyerindeki 5-10 basamaklık merdiven kullanımlarınız bile bedeniniz tarafından “egzersiz faydası” olarak kabul edilip anında kayda geçiyor.

    PROBİYOTİKLE ÖNLENİR

    – Bağırsaklarınızda probiyotik gücünüz ne kadar kuvvetli ise o kadar az nezleye yakalanırsınız. Eğer güçlü bir probiyotik rezerviniz varsa nezleye paçanızı kaptırsanız bile çabuk ve hafif atlatırsınız. Bazı probiyotiklerin bu konuda daha maharetli olabileceklerini kanıtlayan pek çok ciddi yayın var. Benim tercihim L. plantarum ve L. paracasei ile B. longum’dan yanadır. Zira bu üçlünün özellikle nezle, grip ve benzeri üst solunum yolu enfeksiyonlarına karşı güçlü bir bağışıklık sağlayabildiklerini gösteren güvenilir kanıtlar var.

     

  • Bu işin altında bir bit yeniği var!

    Birkaç gün önce İstanbul’da Hollywood yapımı casusluk filmlerini aratmayan enteresan bir kayıp olayı yaşandı…

    Mutlaka haberiniz olmuştur meseleden ama bir kez daha kısa bir özet yapayım.

    Bir süredir ABD’de yaşayan ve Suudi Arabistan’daki yönetime muhalifliği ile tanınan Cemal Kaşıkçı adlı Suudi gazeteci İstanbul’a geliyor ve nikah evrakları için geçtiğimiz Salı günü öğlen saatlerinde nişanlısıyla birlikte saat 13.00’te İstanbul Levent’teki Suudi Arabistan konsolosluk binasının önüne gidiyor.

    Ve binadan içeri girmeden önce de adının Hatice olduğu bilinen nişanlısına saat 16.00’ya kadar çıkmaması durumunda konuyu hemen AK Parti Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve Türk Arap Medya Derneği’ne haber vermesini tembih ediyor.

    Nişanlısı da Cemal Kaşıkçı’nın verdiği saatte dışarı çıkmaması üzerine durumu kendisine verilen isimlere bildiriyor. (Tabii bu arada nişanlısının akıbetini öğrenmek için konsolosluk kapısındakilere soruyor ve aldığı cevap; “O zaten çıkmış, burada beklemenize gerek yok” şeklinde oluyor.)

    Uzatmayayım…

    Türk yetkililer konu üzerinde büyük hassasiyet gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yakın takipte. Ve Sözcü İbrahim Kalın çok açık biçimde Suudi gazetecinin hâlâ binada olduğuna inandıklarını ifade etti.

    Yazıyı yazmadan hemen önce Amerikan merkezli Washington Post gazetesi yazarı da olan Kaşıkçı’yla ilgili son durumu kontrol ettim ve gördüm ki Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki temsilciliğinden bir açıklama yapılmıştı. Suudi Haber Ajansı aracılığıyla yapılan açıklamada, “Diplomatlarımız, Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluk binasını terk ettikten sonra kayboluşunun koşullarını araştırmak için yerel Türk yetkililerle birlikte çalışıyor” denilmişti.

    Ancak bu kesinlikle doğru değil çünkü bu açıklama üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki polis kaynaklarımı aradım. Mobese kayıtları ve çevredeki güvenlik kameralarının yaptığı kayıtlar izlenmiş. Kesin olarak Kaşıkçı’nın binaya girerken kamera görüntülerinin ellerinde olduğu ancak çıkış görüntüsü olmadığı bilgisine ulaştım.

    MİT İstanbul Bölge Başkanlığı da 3 ayrı tim kurarak olayı araştırıyor. Tamamı Arapça bilen ekiplerin inceledikleri kamera kayıtları ve diğer verilere göre de Kaşıkçı’nın binadan çıkışına dair herhangi bir iz yok.  

    Nişanlısına göre Kaşıkçı büyük bir ihtimalle binadan gizlice çıkarılmış ve yurt dışına kaçırılmış ama görüştüğüm polis kaynaklarım bunun da doğru olduğuna pek ihtimal vermiyor. Çünkü her türlü önlemin alındığını, ölü veya diri Kaşıkçı’nın yurt dışına çıkışının pek mümkün olmadığını söylüyor.

    Dolayısıyla durum acayip karışık, karmaşık.

    Aslında daha çok şey var bilgi olarak bendenizde ama konu çok hassas ve spesifik olduğu için şu an paylaşmam doğru değil.

    Oldukça tuhaf bulduğum bu olayı takipte olacağım ve izlemeye devam edeceğim ama bugünlük konuyu kapatmadan şunu söyleyeyim: Bu iş can sıkıcı ve bence ABD’li bir gazetenin yazarı da olan Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye sınırları içerisinde bu şekilde ortadan yok oluşu ülke olarak bizim başımızı epeyce ağrıtacak gibi geliyor.

    ***

    Teşekkürler Ahmet Kekeç…

    Kendimi bildim bileli muhatap olmak zorunda kaldığım ve canımı çok sıkan Aleviliğin ve Alevilerin aşağılanması konusunun zırcahil bir öğretmenin din dersinde saçmaladıkları nedeniyle gündeme gelmesi üzerine önceki gün minik bir serzenişte bulunmuş ve özellikle muhafazakar camianın dikkatle takip ettiği kalemlerden bu konuyu gündeme almalarının çok daha isabetli olacağını söylemiştim.

    Ricam duyuldu ve söz konusu yazımda özellikle adını zikrettiğim Ahmet Kekeç konuyla ilgili harika bir yazı kaleme aldı.

    Kendisine çok teşekkür ediyorum sesime ses verdiği ve okurlarına en güzel tonda ve ifadelerle Alevilikle ilgili bu saçmalıkların artık son bulması gerektiğini yazdığı için.

    Minnettarım ancak bu arada aşçılığıma, yemeklerime yaptığı o güzel övgülerin ve, “Mutlaka Sevilay’ın yemeklerinin tadına bakın!” şeklinde telkinlerinin başıma büyük iş açtığını da belirtmek isterim. Sağ olsun Kekeç’in sayesinde o kadar çok “Bize ne zaman aşçılık hünerlerini sergileyeceksin” mesajı aldım ki galiba önümüzdeki birkaç ayım evde misafir ağırlamakla geçecek.

    ***

    Doktorlara şiddet ne zaman bitecek?

    Artık o kadar çok sık oluyor ki, o kadar fazla önümüze geliyor ki bu konu gerçekten yeter artık dememek işten bile değil!

    Hemen her gün memleketin dört bir yanından canımızı emanet ettiğimiz doktorlara yapılan saldırı haberleri ile karşı karşıya kalıyoruz.

    Son olay İstanbul Bahçelievler’de özel bir hastanede meydana geldi. Psikiyatri uzmanı olarak görev yapan Fikret Hacıosman 18 yaşındaki hastası tarafından silahla vurularak öldürüldü.

    Allah ailesine sabır versin. Gerçekten çok dramatik bir ölüm ve bu noktada ne desek de boş, ne desek de acılarını dindirmek mümkün değil.

    Temennim bir daha böyle bir olayın yaşanmaması ancak biliyoruz ki yaşanmaya devam edecek.

    Çünkü sanırım bu konuda alınan önlemler pek yeterli değil.

    Uzmanlık alanım değil. Dolayısıyla bilmiyorum daha fazla ne yapılabilir, sağlık çalışanlarına saldırıların yaşanmaması adına nasıl tedbirler alınabilir ama birilerinin bu konuda artık ciddi anlamda bir şeyler yapması kaçınılmaz.

    Özellikle kırsal bölgelerdeki devlet hastanelerinde, binbir güçlükle görev yapan sağlık çalışanlarının çok büyük riskler altında görev yaptıkları dikkate alınmalı ve buna göre formüller geliştirilmeli.

    Kendisi de bir doktor olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Doktor Hacıosman’ın katli üzerine yaptığı açıklamaları çok samimi buldum.

    Yapıcı ve umut verici.

    İnşallah bu samimiyeti devam eder Sayın Koca’nın ve bugüne kadar pek aldırış edilmediği için katlanarak büyüyen “Sağlık çalışanlarına şiddet” sorununun çözümü konusunda köklü ve kalıcı bir anlayışın gelmesine önayak olur.

  • Kaşıkçı’nın “ölümünde” Prens iddiası

    Tarihteki en ilginç, en barbar, en karanlık cinayetlerden biri hiç kuşkusuz Cemal Kaşıkçı cinayeti. Ben cuma günü bu işten çok tuhaf kokular aldığımı yazmıştım. O günden beri tahminimin çok ötesinde bir gelişme yaşandı. Kaşıkçı kendi vatandaşı olduğu Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürüldü.

    Dünden beri konu ile ilgili birçok şey söyleniyor. Bizdeki basından daha çok, dünya basınında üstelik. El Cezire, CNN International, Washington Post… Her yerde Kaşıkçı ilk haberlerden biri. Nasıl olmasın ki? İşin içinde her türlü ilgi çekici ve soru işareti doğuran ayrıntı var. Kaşıkçı’nın ABD’de oturum izninin olması, Washington Post yazarı kimliği, Veliaht Prens’e yönelik muhalif tutumu, bu iş için Türkiye’nin seçilmesi…

    Tarihte bir konsoloslukta cinayet işlenmesi, hem de bu kadar dikkat çekici bir ismin yok edilmesi ve üzerinin örtülmeye çalışılması… Böyle bir örnek yok! Hollywood 5 film çıkarabilir son 5 gündeki gelişmelerden!

    Farklı kaynaklardan teyit ederek edindiğim bilgilerle tabloyu size özetleyeyim: Kaşıkçı konsoloslukta öldürüldü. Ancak bedeninin nerede olduğu henüz bilinmiyor. Konsoloslukta olmadığı değerlendiriliyor.

    Ekim’in 1’inde, yani Kaşıkçı’nın konsolosluktaki randevusundan bir gün önce Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye gelen 15 kişinin içinde Veliaht Prens’in yakın çevresinden isimler var. Cinayeti bu 15 kişilik timin işlediği üzerinde duruluyor. Aynı ekip, Kaşıkçı’nın kaybolduğu, yani öldüğü gün Suudi Arabistan’a döndü.

    Şimdi Türkiye bu bağlantıyı ortaya detaylarıyla çıkarabilmek için bir çalışma yürütüyor. Haberi alan ilk kişi olan AK Parti Genel Başkan Danışmanı Prof. Dr. Yasin Aktay ilk dakikadan itibaren gerekli yerleri bilgilendirdi ve alarm seviyesine geçirdi. MİT ve Emniyet büyük bir titizlikle olayı inceliyor. Bütün kamera kayıtları, giriş çıkışlar inceleniyor, çapraz taramalar yapılıyor. Bu ekip Kaşıkçı’nın bedenini de yanlarında Suudi Arabistan’a götürmüş olabilir. Diplomatik olunca alanda aranmıyorlar, dolayısıyla bavulların içinde ünlü gazeteci cansız bir halde Türkiye dışına çıkarılmış olabilir.

    SELMAN KORKUSUNDAN YATTA YAŞIYOR

    Peki böyle vahşi bir cinayeti, dünyanın gözünün önünde, barbar ve karanlık bir devlet olduğunu kanıtlamak istercesine neden işledi Suudi Arabistan? Bunun cevabı için Veliaht Prens Selman’ın ülkesindeki pozisyonuna ve orada yaşanan gelişmelere bakmamız gerek…

    Selman, kendine muhalif gördüğü isimleri ya tutukluyor ya da yok ediyor. Suudi Arabistan kapalı bir ülke olduğu için birçok bilgi dışarı sızmıyor ancak ülkesinde yüzlerce ismin Kaşıkçı’nın kaderini paylaştığını söyleyebiliriz.

    Veliaht Prens, muhalifleri tarafından saldırıya uğramak ya da öldürülmekten öyle çok korkuyor ki, her an kaçmaya hazır bir şekilde, benzini ağzına kadar dolu dev bir yatta yaşıyor.

    Peki Türkiye ve ABD başta olmak üzere dünyanın tepkisini çekeceğini bile bile Kaşıkçı’yı neden öldürdü?

    “Kendi sınırlarım dışında, üstelik ABD’de yerleşim izni olan ve Batı medyasında yazan uluslararası bir ismi dahi benim muhalifimse yok ederim” mesajı vermek ve ülkesindeki düşmanlarına korku salmak için.

    Bu hedef dış dünyanın tepkisinden çok daha önemli görünüyor. Zira Suudi Arabistan demek dünyanın petrolü demek. Bunun verdiği özgüvenle, Aramco’nun da halka arz edilmesinin sağlayacağı rantın cazibesine güvenerek Kaşıkçı’nın ölümünün başını ağrıtmayacağını düşünmüş olmalı.

    ***

    O öğretmeni görevden almak yetmez!

    Geçtiğimiz hafta üst üste birçok gelişme olduğu için yazmak istediğim bir konuya istediğim vakti ve yeri ayıramadım. Yeterince önemli bulmadığım için değil, aksine bence Türkiye’deki en önemli ve derin fay hattı bu konu.

    Tahmin etmişsinizdir, Arnavutköy’deki bir ortaokulda din öğretmeninin “Alevilerin yemeği yenmez” demesinden bahsediyorum. Sevilay (Yılman) bu olayın üzerinde ciddiyetle durdu ve haklı olarak yeterince gündeme gelmemesinden yakındı.

    Yaşanan hadise çok çok vahim. O öğretmenin sözü salt cehaletle açıklanamayacak, toplumda uydurma birtakım lafların hala yerleşik olduğunu da gösteren son derece üzücü bir tabloya işaret ediyor. Maalesef Alevi vatandaşlarımız halen bu tip ayrımcı zihniyetlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. Toplumda bir gerginlik, bu eksende bir kutuplaşma söz konusu değil ancak hala o ikilik özellikle Anadolu’da sürüyor.

    Son yıllarda, devlet tarafından cumhuriyet tarihi boyunca ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş kesimler, özellikle de muhafazakârlar, kendilerini merkeze daha yakın hisseder olsalar da Alevi vatandaşlarımız için durum pek değişmedi. Bence AK Parti hükümetlerinin en eksik kaldığı alan burası oldu.

    Adımlar atılmaya çalışıldı ancak sonuçlanmadı. Gerekçe olarak Alevi toplumunun içindeki ayrışma gösterilse de ben bunun bahane olamayacağını düşünüyorum.

    TCK 216’YA GİRER

    Böyle hassas bir kesimden bahsediyoruz. Bu nedenle o öğretmenin sözü salt cehalet, densizlik değildir. Böyle söylemek olayı hafifletmektir. Bu, nefret söylemi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir söz. Bu ve benzeri sözler ifade özgürlüğü olarak değerlendirilemez. O öğretmenin görevden alınması yeterli değil. Söylediği, TCK’nın 216. Maddesi olan “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik ve Aşağılama” kapsamına girer.

  • Şahitler arasında…

    Neredeyse yarım asırdır evrende yalnız olmadığımız ve başka dünyaların, toplum ve canlıların olduğuna dair birçok şey yazılıp çizildi; hipotezler, varsayımlar, filmler, belgeseller yapıldı. Bu âlemlerle irtibat kurmak veya başka varlıkların bizimle haberleşmeye geçmeleri konusunda da senaryolar, bilimsel veya afaki türlü türlü fikirler ortaya atıldı ve atılmakta.

    İnsanın araştırması, evren, kâinat başta olmak üzere yeni fikirlere açık olarak zihinle, akılla bu işlere kafa yorması pek güzel ve tabii ki insanca bir merak, gayret. Bunları hafife almak, beyhude görmek, bilimsel çalışmaları önemsememek, aklı başında hiçbir kimsenin davranış şekli olamaz. Fikirler, çalışmalar teşvik edilmeli. Ama insan bazı şeyleri düşünmeden ve resmi başka bir açıdan görmeden de edemiyor.

    İnsan evrende başka varlıkların olduğuna bu kadar merakla kafa yorarken yaşadığı dünyada niçin bu kadar yalnız kalıyor? Ve hayatındaki her şeyin ona adeta “şahitlik” edercesine yakın olduğunu ve onu devamlı gözlediğini niçin fark edemiyor?

    ELİ VE AYAĞI KİŞİNİN YAPTIKLARINI BİR BİR SAYIP DÖKECEK

    Hayatının her anında bu âleme şöyle veya böyle bir “iz” bırakan, ayrıca kendi parmak iziyle milyonlarca kişi arasından seçilen, bulunan insan; bu evrenin sadece dini açıdan değil, “fiziki” maddi açıdan bile kendisine şahit olduğunu acaba niçin hiç düşünmüyor? Her şeyi merak eden birinin en azından biraz olsun buna da zihin ve akıl yorması icap etmiyor mu sizce?

    Siz bunları düşünedurun, biz inanç dünyamızdan kendi yaşadığımız dünyaya şöyle bir bakalım. Evet, âlemde her şey bize bakmakta, kayıtlarımız arşivlenmekte, tüm mevcudat belki gafil insan hariç hepsi bizlere şahitlik yapmakta. Hatta insanın kendi bedeni, eli ayağı bile bu şahitler arasında. “Eşya” yani cümle “şeyler” insanın fotoğrafını çekmekte. Bunların bir kısmı bu dünyada da kendini göstermekte. Olay mahallindeki bir kıl, bir deri döküntüsü bile vakanın çözümü için bazen delil teşkil ediyorken, tüm vakaların ortaya dökülüp hesap alınacağı günde Allah Teâlâ’nın “olay inceleme” ekiplerinin işini iyi yapmayacağını düşünmüyoruz herhalde

    İnsan bu şahitlik meselesinde en başı çeken kimsedir.

    Hem başkaları için bu şahitlik geçerli olacak, hem de insan bizzat kendisi için aleyhte şahit bile olacaktır. Birçok ayet-i kerimede insanın elinin, ayağının kişinin yaptıklarını, yaşadıklarını, gördüklerini bir bir sayıp dökecek olduğunu, o hesap gününde insanın aleyhine şahit olarak yine kendisinin bulunacağını ve hayatındaki tüm insani iliş- kilerin ve diğer yaratılmış zaman, mekân ve âlemle irtibatının her safhasının incelemeye tabi tutulacağını, “zerre” kadar her şeyin bu ölçü ve hesapta lehte veya aleyhte rol oynayacağını görmekte ve öğrenmekteyiz.

    Maddi hayatıyla fiziki olarak her yere iz bırakan insan, manevi hayatıyla hiçbir iz bırakmadan öylece yaşayıp, ölüp gidecek mi sanılıyor? Kaldı ki bizler birçok şeyin manevi değer ve hatıralarıyla bu âlemde kıymetini ölçmüyor muyuz?

    Mesela herhangi bir beş kuruşluk kalem, önemli bir antlaşmanın veya şöhretli bir kimsenin şahitliğini yapmışsa o kalemi müzelere kaldıran, müzayedelerde binlerce paraya satan bizler değil miyiz? Eşya, görülen âlem bizim yüklediğimiz veya yüklendiği, taşıdığını “mana” ile çok farklı değerlere sahip olmuyor mu?

    Baba, anne, çocuk, dede, nine, patron, işçi, memur, asker, lider, arkadaş gibi binlerce tanıdığımız, bildiğimiz insanlar hep taşıdıkları bu manayla değerlendirilmiyor mu?

    Peki günün birinde bu gördüğümüz maddenin ardına saklanmış manalar kendi esas yüzleri ve şahitlikleriyle ortaya çıkmayacak mı zannediliyor? Kıyamet ne? Ahiret ne? Akıbet ne? Ölümden sonra diriliş ve ebedi hayat ne? En önemlisi biz “şahitlik” için getirildiğimiz dünyada nelere şahit olduk, gördük ve neler bize nasıl şahitlik etti, nasıl görüldük?

    Bu sualin cevabı meçhul mü kalacak? Asla… En azından mü’minler olarak buna “Tabii ki meçhul kalmayacak” cevabını veriyoruz, vermeliyiz. Ama bu bizde bilinç haline gelip ahlak, ibadet ve güzellik olarak ne zaman ortaya çıkacak? Başkası değil kendimiz bu inanca ne zaman şahitlik yapacağız? Zaman kısa, etrafımız şahitlerle dolu, gözünü açmış dünya ve bu âlem bizi seyretmekte… Allah Teâlâ’ya şahitlik etmek için imanla yaşayacak kulu; kendi yaşadığı âlem; merak, iştiyak ve heyecanla beklemekte… Bunca şahit arasında biz kendi şehadet ve görmemiz için ne kadar gayret sarf etmekteyiz?

    Görmek için ışık nasıl bir ihtiyaçsa, bu şahitlik için de kalpteki “iman nuru” şarttır.

    Gördüğümüzü doğru anlamak için nasıl akıl melekesi ve berrak, bozulmamış duygulara ihtiyaç varsa; kalbin Kuran-ı Kerim’in, dinin aklına müracaatı lazımdır. İnsanın gördüklerinin kendi hayatına katkı sağlaması nasıl gerekliyse; bu nur ve ilahi aklı Hazret-i Resulullah Efendimiz’in (SAS) ahlakıyla birleştirerek insanca yaşamayı ve şahitliği bu âlemde başarabilmek için çalışmak lazımdır.

    “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhû ve rasuluhû” şehadet sözünü sadece dine girmek için bir söz zannetmek ve sözle asıl âleme kayıt ve giriş yaptığımızı unutmak, galiba bu âlemdeki “şahitler arasında” geçen hayatımızın en gafil alanını oluşturuyor.

    Ak delikleri, kara delikleri, “Koskoca evrende yalnız olamayız, elbette birileri var, arayalım bulalım arkadaşlar!” diyerek canla başla çalışanları, uzayın bükülmesini, paralel evrenleri, dikeyleri, yatayları keşfetmeye çalışanları biliyor ve bunlara yer yer şahit oluyoruz da; hâlâ cennet gibi hayat ve ebedi saadete götüren inanç için şu nefsini adam etmeye çalışan, kendi âlemi içerisinde kendi cevherini bulan insanlara niçin bir türlü şehadet edemiyor ve göremiyoruz sizce? Acaba var da biz mi bu sahadan uzak olduğumuz için kendi âlemimizdeki bu kimseleri ve esas “canlıları” göremiyoruz?

    Tüm şahitler elbet Allah’ın (CC) huzuruna getirilecek, her şey kayıtla, şahitle ortaya konacaktır. Kuran-ı Kerim ve Resulullah (SAS) bu âlemin ümmetine en baş şahit olarak dinlenecek ve hüküm; ilahi adalet ve merhamete sevk edilecektir. “Nereden biliyorsun bütün bunları?” diyenlere ise “Bana inanmıyorsanız şahitlere sorun, onlar anlatsın” demek yeterli olacaktır. Allah Teâlâ’ya emanet olunuz… Vesselam

  • Bir ihtimal daha var

    Başbakan Binali Yıldırım dün partisinin grup toplantısında AK Parti’nin kampanya tarihini 25 Şubat olarak açıkladı ve o gün Türkiye’nin kalbinin Ankara’da atacağını söyledi.

    Halkın önemli bir kısmı hala Türkiye’nin yönetim sistemini değiştirecek maddelerin ne olduğu, ülkeye ne kazandıracağı, ne kaybettireceği konusunda tam teşekküllü bir bilgiye sahip değil.

    Dolayısıyla sistem değişikliğinin sahibi ve öncüsü olarak AK Parti’nin nasıl bir kampanya yürüteceği, kampanya içeriğinin nelerden oluşacağı önemli.

    Önemli. Partiler arası polemiklerle, atışmalarla, karşılıklı suçlamalarla, ses yükseltmelerle geçiştirilmeyecek kadar.

    Dolayısıyla AK Parti’nin “CHP sistem değişikliğine karşı çıkıyor, çünkü 1950’den bu yana iktidar yüzü göremeyen CHP’nin milletin desteğini alması ve CHP’den başkan seçilmesi mümkün değildir” argümanından daha güçlü gerekçelerle milletin karşısına çıkması ve halkı ikna etmesi gerekiyor.

    Diyelim ki doğrudur. CHP’nin geçmiş mirası hala toplumda bir travma meselesi ve CHP rozetli birisinin bu ülkede başkan olması imkan dahilinde değil, CHP’nin iktidar yüzü göreceği yok.

    El hak doğrudur.

    Diyelim ki, amenna.

    Tamam müsterih olalım, tamam arkamıza yaslanalım.

    Tamam. Tamam. Tamam da…

    Şeytan kulağına kurşunlar olsun diye duvara üç kez, beş kez vuralım önce…

    Diyelim ki Ahmet Necdet Sezer gibi birisi geldi; anladınız siz onu!

    Nasıl olmuştu Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı? Hatırladınız mı? En azından biz dindarlar ne umutlar yaşamıştık, ne coşmuştuk!

    Sahi, hatırladınız mı?

    Hepimizin gönlünü fethettiği, hepimize hep bir ağızdan ‘adam demokrat’ dedirten, o zor yıllarda gazete manşetlerine “demokrasi manifestosu”, “demokrasi notası” olarak taşınan, Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Nisan 1999 yılında yaptığı o meşhur konuşmayı:

    “Düşünce özgürlüğü demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanları genişletilmelidir.”

    İşte bu konuşmaydı 2000 yılı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde beş partinin de ortak olarak Ahmet Necdet Sezer isminde uzlaşmasına sebep olan.

    Ahmet Necdet Sezer ki o dönemde yaptığı her konuşma “demokrasi manifestosu” niteliğindeydi.

    Yakınları kendisini “haksızlığa tahammülü olmayan, küçük yaşlarda bile her türlü haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkan” bir kişilik olarak tanımlıyordu.

    Ahmet Necdet Sezer beş parti liderinin ortak imzası ile kendisinin cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesini, kendisinin şahsında “yargıya ve hukukun üstünlüğüne verilen değer” olarak değerlendirirken, Ahmet Necdet Sezer ismini ilk olarak öneren Ecevit’e yapılan övgülerin de haddi hesabı yoktu.

    Örneğin dönemin Kayseri Milletvekili Abdullah Gül, verdiği demeçte “Ecevit’in bu hayırlı işinden dolayı Özal gibi hayırla” anılacağını söylüyordu.

    Recai Kutan, Sezer’in adaylığının Fazilet Partisi’ni “fevkalade mutlu ettiğini” söylüyordu, hatta mutluluğunu daha da ileri götürüp “Ahmet Necdet Sezer’in Fazilet Partili gibi konuştuğunu” falan söylüyordu.

    Bizim kesimin medyasındaki coşkunun zaden haddi hesabı yoktu.

    Sonuç… Çankaya’nın ekmeğinden midir, suyundan mıdır, bilinmez…

    Koskoca bir hüsran oldu Ahmet Necdet Sezer.

    Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde yaptığı her konuşma “demokrasi manifestosu” niteliğinde olurken, Çankaya Çankaya olalı onun dönemindeki kadar demokrasi krizine şahit olmadı.

    Demokrat yüzüne aldanıldı.

    Tamam, CHP rozetli kimse diyelim ki başkan olamaz da…

    Demokrat yüzlü, söylemli birisinin başkan seçilmeme ihtimali ne kadardır?

    Bu yetkilerle bizi Ahmet Necdet Sezer gibi birisinin yönettiğini bir düşünelim bakalım? Sonuç ne olur?

    Peki, çözüm ne?

    Çözüm şu olabilir: Bugün güçlü bir başkanlık iradesine ihtiyaç duyulmasının sebebi içinde bulunduğumuz şartlar. FETÖ ile, PKK ile ve bilumum iç ve dış düşmanla mücadele için güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyuluyor. Başkanlık sistemini içtenlikle destekleyenlerin görüşü bu. Tarif edilen güçlü liderlik profiline de Erdoğan dışında uyan bir kimse yok bu ülkede. Öyleyse yapılması gereken belirli bir süre için, mesela beş yıllık bir süre için, Erdoğan’a geçici olarak bu yetkilerin verilmesi. Daha sonrası için daha risksiz bir yönetim yapısının teminat altına alınması. Benim teklifim, referandumdan sonra anayasaya eklenecek geçici bir maddeyle bu sorunun çözülmesi. Bir düşünün bunu.

  • Eksik haber yanıltır

    ‘Yayım değeri’nin temelde tek kriteri var: siyasi iktidarı, ekonomik güç odaklarını, hatta kimi sosyal grupları rahatsız etmemek, tepkisini çekmemek. Gazetecilik Türkiye’de demokrasinin dördüncü kuvveti olma özelliğini yitirdiği için “Haber değeri var mı”dan önce sorulan soru, “Rahatsız eder mi” oluyor. Eğer rahatsız etmeyecek ya da memnun edecekse ‘yayım değeri’ görülüyor haberlerde. Üstelik 5N1K’sının, yani haberin unsurlarının eksik olması da ‘yayım değeri’ni azaltmıyor.

    Böyle olunca da ‘yayım değeri’ görülüp yayımlanan bazı haberlerde ‘haber değeri’ olmuyor; tersine ‘haber değeri’ olan bazı haberler de medyada yer alamıyor. Eleştirel gazeteciliğin yerini açıklama, demeç ve konuşmalara dayanan “dedi” gazeteciliğinin almasının temel nedeni işte bu.

    Oysa eleştirel ve nesnel gazetecilik, eleştirilenlere ve en başta da ülkeyi yönetenlere katkıdır. Hatalardan arınmanın yolu eleştirilere açık olmaktır. En yetkin insanların bile eleştiriye tabi tutulmadıkları takdirde hata yapmaları kaçınılmazdır.

    ‘Yayım değeri’nin, ‘haber değeri’nin önüne geçmesinin sakıncalarından biri de okurun bilgi edinme hakkına zarar verilmesi. Oysa gazetecilik gerçeğin aktarılması işidir. Okurlar da yalın gerçeği aktardığımız için bize güveniyor.

    Okurun güvenine saygı, bırakın ‘haber değeri’ olmayan metinleri, unsurları eksik haberlerin bile yayımlanmamasını gerektiriyor. Örneğin Nusr-Et restoranındaki alev şov sırasında turistlerin yanması olayı bazı gazete ve sitelerde “Ünlü et lokantasında turistler yandı” diye verildi, adı gizlendi. Hürriyet’in internet sitesinde ilk gün isim yoktu, okurlar eleştirdi, ertesi gün isim eklendi. Gazetede ise Nusr-Et restoranın adı yazıldı.

    Eksik haberlere son örnek, Hürriyet’in 9 Ekim’de manşetten verdiği “Amerikan bayraklı İnönü” fotoğrafıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, İsmet İnönü’nün fotoğrafını göstererek “…elindeki bayrak, dikkat edin Türk bayrağı değil. Elindeki bayrak Amerika” demesi elbette haber.

    Fakat bu eleştiriden öte bir suçlamaydı. Eski bir cumhurbaşkanına böyle bir suçlama yöneltilince gazetecilik refleksi hemen araştırılmasını gerektirirdi. Araştırılınca da bu fotoğrafın ABD Başkan Yardımcısı Johnson’un 27 Ağustos 1962’deki Ankara ziyaretinde çekildiği, İnönü’nün elinde iki bayrağı birlikte tuttuğu bilgisine ulaşılabilirdi. Zaten Erdoğan’ın -daha sonra kabul ettiği gibi- kameralara gösterdiği fotoğrafta İnönü’nün elinde iki çubuk olduğu belliydi. Merak etmek, şüphelenmek yeterliydi.

    Bereket sosyal medya var. İnönü’nün ABD ve Türkiye bayraklarını birlikte tuttuğunu gösteren ikinci fotoğraf, saat 17.30 sıralarından itibaren 
    sosyal medyada paylaşılmaya başlanmıştı.

    Gerçek o akşam böylece açığa çıktığına göre Erdoğan’ın sözleri ve gösterdiği İnönü fotoğrafı, en azından İnönü’nün elindeki Türk bayrağının da göründüğü ikinci fotoğraf ile birlikte yayımlanmalı; CHP’lilerin itirazlarına da yer verilmeliydi. Nesnel ve tarafsız gazeteciliğin gereği buydu. Sadece Erdoğan’ın suçlamasını ve gösterdiği fotoğrafı içeren haber –çok sayıda okurun da dikkat çektiği ve protesto ettiği gibi- eksikti, yanıltıcıydı. Elbette kasıtlı değil, CHP yöneticilerinin paylaşımlarının farkedilmemesinden kaynaklanmış bu durum.

    Ayrıca IMF borçlanmalarının ne zaman başladığı, ‘Marshall Yardımı’nın ne olduğu, hangi dönemde yoğunlaştığı da bilgi kutucukları halinde yazılmalıydı.

    Bereket ertesi gün birinci sayfadan “Elinde Türk bayrağı da var” haberi fotoğraflı olarak yayımlandı da yanlış bir ölçüde telafi edilmeye çalışıldı.

    OKURDAN KISA KISA

    Burhan Şenatalar: Bazı yazılarda doğrusu “rol modeli” olduğu halde “rol model” ifadesini kullanılıyor. “Rol modeli” bir isim tamlamasıdır. Sanayi kelimesi ile ilgili de sık sık yanlış yapılıyor. 1 Ekim’de gazetenizde “İlaç sanayindeki riskler tartışıldı” başlığı vardı. Doğrusu “ilaç sanayiindeki” veya son yıllarda yaygınlaşan kullanımla “ilaç sanayisindeki” olmalıydı.

    Sadık Berhan: “Güle oynaya hapse” haberinin son cümlesinde “Sekmen de Uygun tutuklandı” denmiş, isimler karışmış. “Telefon görüşmeleri için birebir” başlıklı kutuda “kulak” yerine “kucak” yazılmış. Hem de “Dört erkeği bıçakladılar” başlığı cinsiyetçi yaklaşım. (7 Ekim)

    Semih Baskan: Dünya sayfasında yer alan “Nobel Barış ödülü cinsel şiddetle mücadele aktivistlerine” haberinde “İsveç Nobel Komitesi” yerine yanlışlıkla “Norveç Nobel Komitesi” yazılmış. (6 Ekim)

    Celal Uymaz: Uyuşturucu satanın mı başı dik olmaz, içenin mi? Sizin haberde “içenin” diyordu, Sözcü’de “satanın”. İHA mahreçli olduğu için orijinaline baktım, “Uyuşturucu satanın başı dik olmaz” yazılmıştı. Allah aşkına niye değiştirdiniz haberi? (2 Ekim)

    Yusuf Ayaz: İsmini vermeyeyim, intihara özendirici bir internet oyunun reklamını yapıyorsunuz. İnsanlar merak edip yüklüyor. Sonrası malum! Avustralya’daki meyvelere dikiş iğnesi sokma işini de haber yapmamalısınız. Tamam, haber değeri var ama içimizde hasta ruhlu insanlar da var.

    E. Ceylanoğlu/ E. Elçin: İstanbul’un tekrar Türk olmasını sağlayan 6 Ekim 1923 ile ilgili bu yıl da gazetenizde tek satıra rastlayamadım. 29 Mayıs’ta İstanbul’un alınışında ortalık ayağa kalkıyor. (6 Ekim)

    Zekai Özer: İnternetteki haberde başlık “Suudi Arabistan kargo uçağına dev operasyon” ama siz THY ve Corendon uçaklarını gösteriyorsunuz. (11 Ekim)

    H. Türker Ay: İnternetteki haberleriniz tıklansın diye garip hazırlanabiliyor.

    Örneğin “Bunu yapan yandı! 3 kişiye 38 bin 745 lira ceza kesildi” haberinde kerkenez kuşu avını anlatan haber çıkıyor. (11 Ekim)

    HAFTANIN ENGELLENENLERİ

    Erişim Sağlayıcıları Birliği’nin bu hafta ilettiği Sulh Ceza Hakimlikleri’nin verdiği erişim engelleme kararları şöyle sıralanıyor:

    * Adana 3. Sulh Ceza Hakimliği, 3 Ekim’de yayımlanan “Adana’da dehşete düşüren görüntü: Cinayeti an be an çekti” başlıklı haberlere, “dosyada gizlilik kararı olması, ölenin öldürme anına ait görüntülerin internet sitelerinde ve basında yer almasının, ölenin yakınlarının ve şüphelilerin kişilik haklarını zedeleyici nitelikte olduğu” gerekçesiyle erişim aşağı getirdi.

    * Bakırköy 2. Sulh Ceza Hakimliği, Abdülhakim Taşdelen’in başvurusu üzerine Ayşe Arman’ın 19 Eylül tarihli ve “Korumayın şu kadın düşmanlarını” başlıklı yazısına “kusuru yargı yoluyla kesinleşmiş intibaı verdiği ve şerefsiz diyerek hakaret ettiği” gerekçesiyle erişim engeli getirdi.

    * Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği, Rota Yemekçilik AŞ’nin başvurusu üzerine askerlerin yemekten zehirlenmesi hakkındaki “CHP’li vekilin iddiası: Askere çiğ et yedirmişler” “Rota Eren’e döndü”, “Manisa’da zehirlenen askerlerle ilgili korkunç iddia için açıklama”, “Yemek şirketi açıklama yaptı”, “Rota hastaneye de bozuk ve kokmuş et getirmiş”, “Rota içinde rota şaştı” başlıklı haberleri “kişilik haklarını ihlal ettiği” gerekçesiyle engelledi.

    * Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği, 2011 yılında yaptığı suç duyurusuyla 28 Şubat soruşturmasının başlatılmasına yol açan ve davada müşteki avukatı olan Hacı Yunus Akyol’un gözaltına alınmasına ilişkin olarak geçen yıl yayımlanan “Fetö şüphelisi” haberine erişim engeli kararı verdi.

    * Gebze 1. Sulh Ceza Hakimliği, Hürriyet’in yanısıra 121 web sitesinde yer alan “Karakolda sodalı şişeli işkencede hesap vakti” habere erişim yasağı getirdi. Bu konuda başka sitelerde yayımlanan haberlere erişim de daha önce yasaklanmıştı.

    * Demre Sulh Ceza Hakimliği, üç yıl önce yayımlanan “Eski belediye başkanının oğlu annesini öldürdü” ve “Anne katili onu cennete gönderdim demiş” haberlerine eşi öldürülen babanın, “bir travma sonucu annesini öldüren oğlunun beraat ettiği, internette bu haberleri görerek rahatsızlığının depreşmesinden endişe ettiği” başvurusunu kabul ederek erişim engeli koydu.

    * İzmir 5.Sulh Ceza Hakimliği, 2008’de çıkan “Abladan cd’li şantaja 10 ay hapis” haberini, “hükmün açıklanmasının geri bırakıldığı ve 5 yıllık denetim süresinin geçtiği” gerekçesiyle yapılan başvuruyu kabul ederek engelledi.

    * Beş yıl önce Hürriyet ile 24 internet sitesinde yer alan “Bu sefer de baba kız skandalı”, “7 adet saat karşılığında dünya şampiyonluğu”, “Spor müdürlüğü dağıtılan altınları geri istiyor” başlıklı habere haberlerde adı geçen baba kızın “kişilik haklarının ihlal edildiği” başvuruları üzerine Sakarya 2.Sulh Ceza Hakimliği tarafından erişim yasağı konuldu.

    * İstanbul 12.Sulh Ceza Hakimliği, 1999’da Hürriyet ve Cumhuriyet’te yayımlanan “Hayalici Uğur Süzer’i zamanaşımı kurtardı” haberini “kişilik haklarına aykırı olduğu ve unutulma hakkı kapsamına girdiği” gerekçesiyle engelledi.

  • Sosyal medya olmasaydı

    ESKİDEN, yani yıllar yıllar önce gazeteler ile devletin radyosu ve televizyonu bir gelişmeyi görmezden geldiğinde okurlar o haberi öğrenemezdi.

    Artık devir değişti, medya haber ve bilgi akışının tek belirleyicisi değil. Sosyal medya var, internet siteleri var, kişisel bloglar ve özel mesajlaşma kanalları var. Medya olup bitenleri eksik verdiği ya da vermediği zaman meraklı okurlar, o gelişmeleri başka mecralardan öğrenebiliyor.

    Geçen hafta okurlardan, Cumhurbaşkanlığı’nın filosuna bir jumbo jetin katılması ve İstanbul üçüncü havalimanındaki işçi eylemleri konusunda Hürriyet’in eksik bilgi verdiği yönünde eleştiriler geldi.

    Uçak konusundan başlayalım değerlendirmeye. Bülent İlik adlı okur, “16 Eylül’de ‘7 ülkenin jumbo jeti var’ haberinde uçağı Katar Emiri’nin hediyesi diye yazıyorsunuz. Çok sayıda açıklama uçağın satın alındığını gösteriyor” diyerek, Hürriyet’in bu konudaki tüm gelişmeleri aktarmadığını savunuyordu.

    Aslında bu haberde yoktu ama bir gün önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun sözleri “Bu uçak kimin uçağı” başlığıyla verilmiş, bu görüşleri ertesi gün de başka bir haberde tekrarlanmıştı. 17 Eylül’de de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu uçağın “hibe” olduğu açıklaması aktarıldı gazetede.

    Belli ki okur, CHP Ankara milletvekili Gamze Taşçıer’in, “Katar Emiri’nin satış için yetkilendirdiği İsviçre firmasına ulaştığı ve firmanın uçağın satıldığını bildirdiği” ayrıntılı açıklamalarını başka mecralardan izlemiş.

    “7 ülkenin jumbo jeti var” haberinde Taşçıer’in sözlerine ya da “uçağın satın alındığı” iddialarına yer verilmeliydi. Bir de uçağın değeri 125 milyon dolar diye yazılmıştı, Erdoğan “500 (milyon dolar) civarındaydı” dedi.

    Üçüncü havalimanındaki işçi eylemi haberleriyle ilgili de çok sayıda okurdan eleştiri geldi. Örnek vermek gerekirse Serdar Özdemir, “İşçilerin eylemi haber değeri taşımıyor mu?” diye soruyordu.

    Aslında işçi eylemi konusunda Hürriyet’te haber yapılmamış değil. İlk olarak 15 Eylül’de ekonomi sayfasında “Yeni havalimanı inşaatında eylem” başlığıyla kısa bir haber verilmişti. Ama “gözaltı yaşanmadığı” ve “işçilerin taleplerinin kabul edildiği, eylemin bittiği” yazılmıştı. 18 Eylül’de yine ekonomi sayfasında İstanbul Valisi Vasip Şahin ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın, 19 Eylül’de Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın açıklamaları aktarılmıştı.

    Okur Temsilcisi olarak bu haberlerin yaşananları gerektiği gibi yansıttığını söyleyemem. 15 Eylül’deki ilk haberde yanlışlar vardı; 400 civarında gözaltı vardı, eylemler devam ediyordu ve istekler kabul edilmemişti. Haberi düzeltmek için üç gün beklemeye, valinin açıklamasını görmeye gerek yoktu.

    Böylesi yankı yaratan bir olayda doğru gazetecilik tavrı açıklamaları beklemek değil, olay yerine gitmek ve ilgili bütün taraflarla temas etmektir. Öncelikle işçilerin iddiaları gerçek mi değil mi ona bakılır. İddialar gerçekse haberler buna göre yazılır.

    Gerçi 22 Eylül’deki haber havalimanına gidilerek yazılmış, şirket CEO’sunun işçilere yanıtı ve özür dilediği aktarılmıştı. Fakat yine işçiler ve işçi sendikasıyla görüşülmemiş; işçilerin kaldığı yerler gezilmemiş, iddiaları araştırılmamış, polisiye önlemlerden, gözaltı ve tutuklamalardan hiç söz edilmemiş, ağırlıklı olarak havalimanı tanıtılmıştı.

    Aslına bakarsanız okurlar, oradaki gelişmeleri sosyal medyadan bütün ayrıntılarıyla an be an öğrendi. Medyada bilgi ve haberin yerini salt açıklamalar alınca okurun bu açığı sosyal medyadan kapatması doğal. Ama o zaman da gazetesine, televizyonuna olan güveni zedeleniyor.

    OKURDAN KISA KISA

    Ali Bederan: ABD kaynaklı “Göz damlasıyla kocasını öldürdü” internet haberinizde “Talihsiz adamın göz damlasına ‘tetrahydrozoline’ isimli kimyasalı koyan kadın, kocasını bu yolla öldürdü” yazılmış. Bu madde neymiş diye taradım, zaten kızaran gözlere damlatılan damlaların ana maddesiymiş! (6 Eylül)

    A. Feridun Gündoğdu: 73 yaşındayım. “4 bin yıllık ağırşak” haberindeki “ağırşak” kelimesini ilk defa gördüm. Haberde kısaca açıklanabilirdi. (16 Eylül)

    Not: Ağırşak, iplik eğirirken iğin altına takılan, ortası delik yarımküre ağırlık.

    Avni Aksaycık: Bulmaca ekinin 3. sayfasındaki şifreli bulmacada Namık Kemal yerine Rus besteci Çaykovski’nin fotoğrafının kullanılması ilginçti. Sanırım ikisi de sakallı ve karizmatik olduğundan karıştırılmış. (16 Eylül)

    İzzet Doğan: İnternette “Yargıtay’dan çok önemli kredi kartı kararı” denilmiş ama bu başlık yanlış. Çünkü aslında kararı yerel mahkeme vermiş, Yargıtay onamış. Medya bu kararları Yargıtay kararı diye yansıtıyor. (11 Eylül)

    Servet Canpolat: “En görkemli kaleler” haberinde Rumkale’nin Gaziantep’te olduğu yazılmış. Rumkale, Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinde. (10 Eylül)

    Berrin Akgün: İnternet sayfanızdaki haberlerde bazen başlık ile alakalı detay bile olmuyor. Örneğin “Sıla’nın mesajı Demet’i ağlattı”. 14 sayfa ilerle, içinde yine Sıla’nın mesajı Demet’i ağlattı. O kadar!(14 Eylül)

    Kadir Okur: “Schalke’nin konuğu Porto” haberinde “Fenerbahçe’nin tecrübeli şampiyonlar liginde” ifadesini anlamadım. Anzer balı haberi de komedi. 1.5 ton bal üretilmiş, 5 ton sipariş var ama bu 1.5 ton Türkiye’ye yetermiş. (18 Eylül)

    H. Mahir Fisunoğlu: Sakarya ile ilgili ekte Büyükşehir Belediye Başkanı’nın adı, fotoğrafta Zeki Topçuoğlu yazılmış. Haberde doğrusu vardı, “Zeki Toçoğlu”. (18 Eylül)

    Ünsal Gökten: “114 bin liralık zeytin vurgunu” haberinde Alaşehir yazılmış. Aksihar olması gerekirdi. (20 Eylül)

    Ümit Babahan: Bir setin kuponu bitmeden diğerine başlıyorsunuz. Defalarca yazdım, yine yazıyorum. Aceleniz ne anlamadım. 30. serinin 21 kuponu bitsin 31. seriye o zaman başlayın, olmuyor mu? (21 Eylül)

  • Yerel seçimde dolaylı ittifak: İyi bir fikir değil

    Yerel seçimler yaklaşıyor ve Cumhur ile Millet ittifaklarının yerel seçime giderken de aynı pozisyonu koruyup korumayacakları sıkça tartışılıyor.

    Malum yasalar 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçiminde olduğu gibi partilerin ittifak ederek yerel seçime gitmesine izin vermiyor. Bu konuda bir yasal düzenleme yapılsa bile bu ancak bir sonraki yerel seçim için geçerli olacak. 
    O halde Cumhur ya da Millet ittifakını oluşturan partiler ya ittifaksız seçime girecek ya da de facto ittifak, yani taban ittifakı, sandıkta ittifak gibi örtülü işbirliği yollarına girecekler. Örneğin, MHP’nin güçlü olduğu Adana, Mersin gibi önemli büyükşehirlerde MHP’nin adayı öne çıkarılacak, AK Parti’nin güçlü olduğu Kayseri, Trabzon gibi yerlerde AK Parti’nin adayının önü açılacak. Yani AK Parti’nin önde olduğu yerlerde MHP; MHP’nin önde olduğu yerlerde AK Parti, muhatabı zorlayacak güçlü adaylar çıkarmak yerine zayıf adaylarla sahne alacaklar.

    Bu fiili, dolayımlı ittifak formülünün bütün büyükşehirlerde ve belediyelerde uygulanabilme imkanı yok. O yüzden belirli, kritik belediyelerin dışında, temayül yoklamaları baz alınacak. Devlet Bahçeli’nin dile getirdiği formül üç aşağı beş yukarı böyle. Muharrem Sarıkaya’nın da yazdığı gibi, “Her partinin elindeki korunsun, ötekinde kim öndeyse ona destek verilsin” formülü. Ve Bahçeli, AK Parti’nin tartışmasını beklemeden Adana, Mersin, Ankara Etimesgut gibi yerler için aday gösterecekleri isimleri açıkladı bile.

    Bahçeli’nin böyle bir tarzı var. Erkenci ve neredeyse ‘oldu bittiye getirici’ … AK Parti’nin elini kolunu yine bağlamış oldu. Eğer AK Parti, Cumhur İttifakı’nın sağladığı konforu sürdürmekten yana ise özellikle İstanbul ve Ankara gibi asetleri kaybetmemek için formüle rıza göstermek; Adana, Mersin, Manisa ve daha birkaç yerden vazgeçmek, o yerleri MHP’ye teslim etmek durumunda.

    Öte yandan bir de Millet İttifakı’nın yerel seçime nasıl gideceği meselesi var. Millet İttifakı’nın yerel seçime dolaylı/örtülü ittifak halinde gitme arayışları ise muhtemelen epey ciddi savrulmalara ve yine seçmen depresyonuna neden olacak.

    Zira Millet İttifakı zaten beş benzemez ittifakıydı ve bir çatı adayında bile anlaşamamışlardı. Yerel seçimlere üzeri örtülü işbirliği ile gitmek, üç ya da dört partinin kitlelerini (hem de yerelde) memnun edebilecek çok sayıda parti rozeti taşımayan aday/adaylar üzerinde zımnen uzlaşmaları ve bu adayları ilan etmeden duyurmaları anlamına geliyor. Bunun deveye hendek atlatmaktan zor olduğu herhalde görülüyordur.

    Gelgelelim, Cumhur İttifakı zımni ittifak yoluna girerse, eli mahkum Millet İttifakı da aynı yola girecek. Burada, olması gerekeni değil, büyük bir ihtimalle olacak olanı tarif ettiğimiz anlaşılıyordur sanırım.

    Zira şahsi görüşüm; olması gerekenin, yerel seçimler gibi ancak yerel dinamikler üzerinden yürürse tabanı mutmain edecek bir süreci ‘yukarının’ anlaşma ve pazarlıkları ile domine etmekten uzak durmayı gerektirdiği yönünde. 

    YEREL SEÇİM İLE ‘DEVLETİN BEKASI’ ARASINDA HERHANGİ BİR ALAKA VAR MI?

    Hatırlanacağı gibi, ittifak formülü Cumhurbaşkanlığı seçimleri için getirilen 50+1 şartını karşılayabilmek için ortaya çıkmıştı. Formül AK Parti ve MHP’nin 15 Temmuz’un hemen akabinde başlayan ve ‘devletin beka meselesi’ olarak tanımlanan ortak kaygı ve irade üzerine rahatça oturmuş, rasyonalize edilmişti.

    AK Parti ve MHP, darbe girişimi gibi azami önem taşıyan bir tehditin yinelenmesi ihtimalini savuşturma, devletin devamlılığını sağlama, ulusal güvenliği koruma gibi başlıklar üzerinde anlaşıp beraber hareket etmeye karar verdiler. Daha doğrusu MHP, AK Parti’ye omuz verdi; bunun karşılığında devlet teşkilatının onarımında, iç politikada ve hatta dış politikada söz söyleme, yön verme gibi haklara ve sorumluluklara sahip oldu.

    Peki iki parti arasında gerçekleşen söz konusu haklar ve görevler bölüşümünün yerele bakan ciheti nedir? Her partinin yerel seçimde kendi adayını göstermesi durumunda sınırlarımızda, ulusal güvenliğimizde, devletin devamlılığında olumsuz bir durum mu ortaya çıkacaktır? Ya da FETÖ’ye yahut PKK’ya karşı bir zaaf mı oluşacaktır?

    Biraz daha somutlaştırayım: Misal, her iki parti dolaylı ittifak yaparak terörle, güvenlik sorunuyla özdeşleştirdikleri HDP’nin bazı belediyeleri kazanmasını engellemek ve terörle mücadeleye, yani ‘devletin beka’ meselesine olumlu katkı yapmış mı olacaklardır? Hayır, HDP bir parti olarak yine seçimlere girecek ve muhtemeldir ki özellikle Güneydoğu Anadolu’da yine bazı belediyeleri kazanacaktır. Yahut iki parti ittifak yapmazsa FETÖ galebe çalacak, bazı illerde adamlarını belediye başkanı mı seçtirecektir? Hayır, böyle bir tez ileri sürmek herhalde iki partiye de hakaret etmek olur.

    Örnekler çoğaltılabilir ve her biri tek tek daha önce ‘devleti ayakta tutma’ ve ‘onarma’ bağlamında iş görmüş olan Cumhur İttifakı’nı yerel seçimlerde -bu kez dolaylı yoldan- sürdürmek ile ‘devletin bekası’ arasında doğrudan bir bağlam bulunmadığının sağlamasını yapacaktır.

    İşin özü, “Genelde ittifak yaptık ama yerelde hâlâ rakibiz. Gelin yarışalım, iyi olan kazansın” demek yerine işbirliğini yerel seçim nezdinde de sürdürme eğiliminin tek bir gerekçesi olabilir, o da büyük resimde varolan ittifak sürdürülürken küçük resimde çarpışma görüntüsü vermek, daha sonra bu çarpışmadan geriye kalan yaraları onarıp yeniden ittifaka devam etmenin neden olacağı enerji kaybı ve ittifakın sahiciliğini kaybetmesi ihtimali. Evet ama…Kimse demokrasinin kolay olduğunu söylemedi ve açıkçası seçimlerin temel mantığının sahiciliği, ittifakın sahiciliğinden üstündür.

  • Hatice Çiçek Osmanoğlu

    Hatice Çiçek Osmanoğlu

    Rize eşrafından, Sultan Abdülhamit Han’ın torunu Hatice Sultan vefat etmiştir. Cenazesi bugün Teşvikiye Camisi’nden kaldırılarak Karacaahmet mezarlığına defnedilecektir. Dost ve akrabalarına duyurulur