Kategori: Eğitim

  • Anayasa Erdoğan için değil, her doğan için

    Anayasa Erdoğan için değil, her doğan için

    Başbakan Binali Yıldırım, AK Parti’nin Amasya mitinginde konuştu. Yavuz Selim Meydanı’ndaki mitingde halka hitap eden Yıldırım, 16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumuna ilişkin şunları söyledi:

    “‘Bu anayasayı Recep Tayyip Erdoğan, kendisi için yapıyor’ diyorlar. Anayasa değişikliği Erdoğan için değil, her doğan içindir. Türkiye’nin geleceği için bu değişikliği yapıyoruz. Bizim benlik davamız yok. Hepimiz fâniyiz. Az yaşa, çok yaşa; ölüm gelir başa. Onun için milletimizden saklayacağımız, gizleyeceğimiz hiçbir şey yok. Ne yaparsak millet için yaparız, milletin dediğini yaparız. Bugün de ne yapıyorsak sizinle ve birlikte yapıyoruz.”

    “Yalan bunların artık sanatı haline gelmiş”

    Muhalefetin, “Güven oyu kaldırılıyor, Meclis zayıflatılıyor” eleştirilerine de yanıt veren Yıldırım, şöyle devam etti:

    “Be kardeşim, vatandaşın güven oyundan daha büyük güven oyu olur mu? Vekillerin güven oyuna mı bırakalım? Sandıkta seçiminizi yapıyorsunuz. Cumhurbaşkanını seçiyorsunuz. Cumhurbaşkanı seçimler belli olur olmaz hemen iş başı yapıyor. Birinci yanlışı düzelttik. İkinci yanlış, ‘Efendim, Meclis gelecek değişiklikle etkisiz hâle geliyor’. Külliyen yalan. Yalan bunların artık sanatı haline gelmiş. Meclis, aksine daha da güçleniyor. Yalanda bunların hiçbir ölçüsü yok. Bunların hayatı ‘hayır’. Bunlardan hayır gelmez. Bunlar hangi işe ‘Evet’ dediler?”

    “Bu sistem baba ile oğlunu birbirine düşürür”

    “Meclis’i feshetme diye bir şey yok. Meclis’te diyelim ki cumhurbaşkanı ile Meclis arasında bir anlaşmazlık var. İşler yürümüyor. Olmadı mı? Hatırlayın. ‘Çankaya’nın şişmanı, bilmem neyin düşmanı’ diye rahmetli Özal’a, Demirel orada adamın ecelsiz gitmesine sebep oldu. Sürekli tenkit, sürekli hakaret. Sonra Ecevit, Ahmet Necdet Sezer’i seçti. Kısa süre sonra onlar da papaz oldular. Bu sistemin arızasından kaynaklanıyor. Bu sistem, baba ile oğlu birbirine düşürür. Onun için değişmesi lâzım. Keyfi bir iş yapmıyoruz.”

  • ABD ile görüşmeler hayra alâmettir

    ABD ile görüşmeler hayra alâmettir

    Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısının ardından basın mensuplarına açıklamalarda bulunarak, gündeme ilişkin soruları yanıtladı. Kurtulmuş, ABD’den son günlerde üst düzey isimlerin peş peşe Türkiye’yi ziyaret etmesine ilişkin “Türkiye’nin ABD’den çok üst düzey bu yetkililerle görüşmeleri her şeyden evvel hayra alâmettir. ABD ile sahada özellikle Suriye’de bazı görüş ayrılıklarımızın giderilmeye başlandığı, özellikle FETÖ konusunda olumlu adımlar atılmasına imkân sağlayacak birtakım görüş yakınlaşmalarının başladığının da işaretidir” dedi.

    “Hayraalâmet

    ABD Senatosu Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı John McCain’in Türkiye ziyareti hatırlatılarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım ile görüşmelerinde, Fethullah Gülen’in iadesi konusunun gündeme gelip gelmediği sorulan Kurtulmuş, “Türkiye’nin ABD’den çok üst düzey bu yetkililerle görüşmeleri her şeyden evvel hayra alâmettir. ABD ile sahada özellikle Suriye’de bazı görüş ayrılıklarımızın giderilmeye başlandığı, özellikle FETÖ konusunda olumlu adımlar atılmasına imkân sağlayacak birtakım görüş yakınlaşmalarının başladığının da işaretidir. Bizim ABD ile çok uzun yıllara dayalı bir müttefiklik ilişkimiz var. Bu bölgede, yakın zamanlardaki teröre karşı mücadelede de çok yakın iş birliğimiz var. Bu çerçevede iki alanda, yeni yönetimle birlikte ilişkilerin iyileşmesinin sinyallerini bekliyoruz. Bunlardan birisi sahada PYD’ye vermiş oldukları desteği sonlandırmaları. Yapılacak operasyonlarda Türkiye’nin rahatsız olacağı PYD unsurları ile değil; yerli, ılımlı unsurlarla operasyonları yapmalarını arzu ediyoruz. Böylece başından beri söylediğimiz 80 milyonluk istikrarlı bir Türkiye mi, birkaç bin militana sahip olan PYD mi? ABD’nin bu çerçevede PYD’ye verdikleri destekleri gözden geçireceğini ümit ediyoruz” diye konuştu.

    “FETÖ’yü ve onun suç makinası adamlarını Türkiye’ye iade etmelirini istiyoruz”

    Fethullah Gülen’in iadesinin, ABD ile son dönemde gerçekleştirilen her temasta gündeme geldiğini belirten Kurtulmuş, şu ifadeleri kullandı:

    “Evet, bütün bu görüşmelerde hem Sayın Cumhurbaşkanı’mızın hem Başbakan’ımızın McCain ile görüşmelerinde, diğer bütün görüşmelerde FETÖ’nün iadesi gündeme gelmiştir. Sadece Gülen’in değil, aynı zamanda bu örgütle iltisaklı olan ve ABD’ye kaçmış olan, suç işlemiş olan kişilerin de Türkiye’ye iadesi üzerinde durulmaktadır. Bu, Türkiye’nin bir ulusal güvenlik meselesidir. Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan bir ülkeden de bunun gereği olarak FETÖ’yü ve onun suç makinası olan adamlarını Türkiye’ye iade etmelerini istiyoruz. Son zamanlarda yapılan ziyaretler, bunlar olumlu adımlardır. Ümit ediyoruz ki bizim beklentilerimize her iki alanda da karşılık gelecek ve ABD, hem Türkiye ile ilişkilerin daha iyiye gitmesi noktasındaki bu iki adımı atacak hem de ABD’nin milli menfaatleri bakımından da doğru istikamette iki adımı atmış olacaktır diye ümit ediyoruz”

    “Bizim için her iki örgüt arasında birini tercih etmek şık olmaz”

    Olası Rakka operasyonuyla ilgili güvenlik konusuna ilişkin Bakanlar Kurulu’nda atılacak hangi adımların görüşüldüğü sorulan Kurtulmuş, şu yanıtı verdi:

    “Güvenlikle ilgili olarak en iyi senaryodan en kötü senaryoya kadar hepsini gözden geçirirsiniz. Siz bunları yaparken, sahada da birçok yeni gelişmeler olur. Güvenlikle ilgili şu anda konuştuğumuz şartlar bile belki birkaç saat sonra değişebilir. Bizim baştan beri söylediğimiz husus şudur. Bu şehirlerin, Rakka’sı da Musul’u da Cerablus’u da El Bab’ı da dahil olmak üzere söylüyorum, bu şehirlerin kurtarılması operasyonlarını mutlaka bu şehrin ahalisiyle birlikte yapmak ve ana hedef olarak da bu şehirde yaşayan insanların geri dönüşlerini sağlamak olmalıdır. Bir terör örgütünü şehirden çıkarırken, yerine başka bir terör örgütünü ikame etmenin son derece sakıncalı olacağını ifade ediyoruz. Bizim için her iki örgüt arasında birisini tercih etmek gibi bir şık yoktur. Mevzu bahis olamaz”

    “Aynı modeki Rakka’da kullanalım diyoruz”

    Hükümet Sözcüsü Kurtulmuş, şöyle devam etti:

    “Cerablus’ta yaklaşık 45 bin insan oraya geldi. Şimdi inşallah El Bab’daki operasyon, orada da sona doğru gelinmek üzere. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin desteklemiş olduğu Özgür Suriye Ordusu güçleri şehrin bütününe hakim olmuştur. Ama dikkatle, titizlikle devam ediyoruz; çünkü DEAŞ’ın olası birtakım intihar saldırılarının ortaya çıkması muhtemeldir. Bunlara karşı da TSK da ÖSO da son derece titiz şekilde operasyonun temizleme faslını sürdürüyor. En kısa zamanda bütünüyle El Bab temizlendikten sonra oraya da insanlar gelecektir. Şimdi diyoruz ki aynı modeli, Rakka’da kullanalım. Rakka’da da bu çerçevede o şehrin ahalisinden oluşan yerel unsurlar desteklensin, uluslararası camia, Türkiye, ABD ve diğer unsurlar buraya lojistik destek versin. Orası DEAŞ’tan temizlensin. Temizlendikten sonra da bir başka terör örgütünün eline teslim edilmesin. Pozisyonumuz çok açık, çok nettir. Bu pozisyonumuzla gerekli görüşmeler yapılıyor. Bu görüşmeler çerçevesinde belli bir sonuç alınırsa Türkiye, bu sonuca göre hareket eder. Türkiye görüşlerini paylaştı. Ümit ediyorum ki bu görüşmelerde belli bir yakınlaşma sağlanır ve doğru adımlar atılması mümkün olur”

    “En az şekilde kayıp vermemizi sağlayacak planlar yapılıyor”

    Fırat Kalkanı Harekâtı’nın ardından başlayacağı gündeme gelen Münbiç operasyonuna ilişkin takvimin belirlenip belirlenmediği sorulan Kurtulmuş, “Bu operasyonların her biri Türkiye’nin kendi sınırlarını korumasına yönelik bir ulusal güvenlikle ilgili operasyondur. Türkiye’nin ulusal güvenliğini garanti altına alabilmek için atılan adımlardır. Mehmetçiğimizin orada böylesine cansiperane bir mücadelenin içerisine girmesi arasında Türkiye’nin güvenliği bakımından bir fark yoktur. Tabi ki bir planlamasını yapacaksınız, stratejisini oluşturacaksınız. Ama şu gün, şurada, şu; dediğiniz şeyler sahada bire bir olmayabilir. Sahanın gerektirdiği şekilde, bizim en az şekilde kayıp vermemizi sağlayacak planlamalar yapılıyor. İnşallah sonuç alacağız. Türkiye, bu bölgedeki bütün terör örgütlerinin, bu bölgeden ayıklanmasını inşallah sağlayacaktır” dedi.

    “Ortak bir bakış açısı oluşmalıdır”

    Olası Rakka operasyonunda, İncirlik Hava Üssü’nün kullanılması yönünde ABD ile ortak bir karar alınıp alınmadığı sorulan Hükümet Sözcüsü Kurtulmuş, “Önce ortaya Türkiye ve Amerika tarafının Rakka ile ilgili uluslararası koalisyonun Rakka ile ilgili bir ortak eylem planı çıkmalıdır. Bunun için de ortak bir bakış açısı oluşmalıdır. Ortak bir bakış açısı, ortak bir eylem planını ortaya koyar. Onun sonucu olarak bu planın gerçekleştirilmesi için nerede ve nasıl hareket edileceği ise meselenin sonraki kısmıdır. Türkiye şu anda o noktada değil. Şu anda ortak bir bakış açısına kavuşmak ve Rakka operasyonunun doğru unsurlarla, doğru bir zamanlamayla ve doğru bir stratejiyle yapılmasını sağlamak Türkiye’nin Rakka ile ilgili önceliğidir” diye konuştu.

    “Almanlar ırkçı siyasetin tesirinde kalmaktan kurtulmalı”

    Almanya’da Türk imamlara yönelik suçlama üzerinden Türkiye’nin Almanya ile ilgili herhangi bir adım atıp atmayacağı sorulan Kurtulmuş, şunları söyledi: “Bu konu, Sayın Başbakan’ımızla Sayın Merkel arasındaki görüşmede de gündeme geldi. Ümit ediyoruz, bu görüşmeden sonra Alman makamları bu yanlış uygulamaları sonlandırır. Türkiye’nin yurt dışındaki hiçbir din görevlisi, DİTİB’in hiçbir mensubu ajan değildir. Avrupa için en büyük tehlike, Avrupa’da artık rap rap ayak seslerini duyduğumuz yeni faşizmin yükseliş sesleridir. Buna karşı herkesin uyanık olması lazım. Faşizm dalgasının, ırkçı dalgasının Avrupa’yı yutmaması içinde Avrupa’nın yabancılarla barış içinde yaşayabilmeyi sürdürmesi gerekiyor. Almanlar, artan birtakım ırkçı, milliyetçi siyasetin tesirinde kalmaktan kurtulmalıdır”

    “Siyaseten çok farklılıklarımız var ama…”

    Türkiye’nin İran ile ilgili açıklamalarından sonra İran’ın, Türk büyükelçiyi Dışişleri Bakanlığı’na çağırması hakkında görüşleri sorulan Hükümet Sözcüsü Kurtulmuş, “Zaman zaman böyle şeyler olur. Bunlar iki ülke arasındaki ilişkilerin kötüleştiği anlamına gelmez. İran, Türkiye, bütün bu bölge ülkelerinin hepsi aynı coğrafyanın dost ve kardeş ülkeleridir. Zaman zaman aramızda siyaset farklılıkları olur. Birtakım görüşler dile getirilir. Bundan rahatsızlık duyulabilir. Bu sözler dolayısıyla ülkeler birbirilerine karşı düşmanlık ilişkisi geliştirmezler. Türkiye ve İran dost ve kardeş iki ülkedir. Sınır komşudur. Siyaseten çok farklılıklarımız var; ama sonuçta bunların üzerinden farklı bir ilişki ortaya çıkmaz. Bunları çok büyütmemek lazım” diye yanıt verdi.

  • İsrail’le hedef 8 milyar dolar

    Ankara’da diplomasi muhabirleriyle bir araya gelen Naeh, iki ülkenin yaklaşık 4 milyar dolar olan ticaret hacminin potansiyelinin aslında bunun iki katı olduğunu, birkaç yıl içinde 8 milyar dolarlık hedefin yakalanabileceğini söyledi:

    “Bu potansiyele sahibiz. Kararlılık ve güvene dayalı ilişkimiz çerçevesinde bu hedefi tutturabiliriz. İsrail’e daha fazla yatırım yapılmasını istiyoruz. Bazı zorluklara rağmen Türk ekonomisine güveniyoruz.”

    İsrailli ve Türk ekonomi bakanlarının önümüzdeki aylarda karşılıklı ziyaretlerde bulunması bekleniyor. İsrail’le ilişkiler normalleştikten sonra İsrail Enerji Bakanı Yuval Steinitz, 13 Ekim’de Dünya Enerji Kongresi’ne katılmak üzere İstanbul’a gelmişti.

    Türkiye’den bu ülkeye bakan düzeyinde ilk ziyareti de 7 Şubat’ta Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı yapmış, Tel Aviv’deki Akdeniz Turizm Fuarı’na katılmıştı.

    İsrail güvenlik güçlerinin 31 Mayıs 2010’da Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine saldırısı sonucu 10 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesi, iki ülke ilişkilerinin kopmasına neden olmuştu. İlişkiler, İsrail’in özür dilemesi, kurbanların ailelerine ödenecek tazminatı Türkiye’ye iletmesi ve Gazze’ye insani yardımların başlatılmasıyla Haziran sonunda imzalanan mutabakat çerçevesinde normalleşme sürecine girmişti. Son olarak iki ülkenin büyükelçileri karşılıklı olarak göreve başlamıştı.

    Yaz sonunda doğalgaz anlaşması imzalanabilir

    Aralık ayında Ankara’ya atanan Büyükelçi Naeh, enerji konusunda da işbirliği için görüşmelerin sürdüğünü söyledi ve Kıbrıs sorununun çözümünün önemli olduğunu vurguladı:

    “İki ülke arasındaki enerji işbirliğini artırma niyetimiz var. Bu doğrultuda Kıbrıs sorununun çözümü önemli, doğalgaz projelerinin hızlanması bu sayede sağlanabilir. Kıbrıs sorununun çözümü tüm taraflar için bir kazan-kazan durumu olur.”

    İsrailli diplomatik kaynaklardan alınan bilgiye göre bu konuda en büyük adım, Ekim ayında İstanbul’da İsrail Enerji Bakanı Steinitz ile Türk mevkidaşı Berat Albayrak’ın görüşmesi oldu. Ardından Kasım ayında İsrail Enerji Bakanlığı’ndan bir heyet İstanbul’a geldi. Ocak ayında da Türk Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan müsteşar yardımcısı düzeyinde temsil edilen bir heyet İsrail’e giderek işbirliğinin detaylarını görüştü.

    Kaynaklar, çalışmaların hızlandırılması halinde yaz sonunda bu konuda bir anlaşma imzalanabileceğini ve İsrail açıklarındaki Leviathan sahasından Türkiye’ye bir doğalgaz boru hattı inşa edilebileceğini belirtiyor.

    İsrail Enerji Bakanı Steinitz de, Ekim ayında Albayrak’la yaptığı görüşmenin ardından İsrail basınına, yaz sonunda Türkiye ile enerji anlaşması imzalanabileceğini açıklamıştı.

    Kaynaklara göre, bu hattın inşası bir buçuk yılda tamamlanabilir. İsrail’e sık sık saldırılar düzenleyen Hizbullah’ın etkin olduğu Lübnan ve iç savaşın sürdüğü Suriye açıklarından da geçecek olan boru hattının güvenliği için ise, ‘derinlik’ formülü üzerinde duruluyor. Akdeniz’in altından geçirilmesi planlanan hattı korumak için İsrail Donanması da görev yapabilir.

    İsrail’de bazı iletim boru hatlarının işletmecisi olan İsrailli Eilat-Ashkelon Boru Hattı Şirketi (EAPC) de 25 Kasım’da, Türkiye ile İsrail arasında yapılabilecek yaklaşık 500 kilometrelik bir doğalgaz boru hattı için imkânları ve mâliyeti araştıracağını açıklamıştı.

    İsrail’den Ceyhan’a yapılacak bir doğalgaz boru hattının, yapımı süren TANAP’la ve TAP’la birleştirilerek Avrupa’ya daha fazla miktarda doğalgaz taşıma olasılığı var. İsrail’den TANAP’a uzanacak böyle bir hat için henüz bağımsız bir kuruluş tarafından mâliyet hesabı yapılmadı. Ancak İsrail basınına göre EAPC, mâliyetin yaklaşık 2,5 milyar dolar olacağını tahmin ediyor.

    2010 yılında keşfedilen Leviathan sahasında en az 20 trilyon metreküplük üretilebilir doğalgaz var. Kaynaklara göre bu doğalgaz 2019 sonunda çıkarılıp ihraç edilebilir hale gelecek.

    Doğalgaz için tek seçenek Türkiye değil

    İsrail’in tek opsiyonu bu değil. Leviathan’dan çıkarılan doğalgazın Ürdün’e ihraç edilmesi için Ürdün ile Leviathan sahasında çalışan enerji şirketi Noble arasında, Eylül ayında bir anlaşma imzalandı. Bu, İsrail’in Leviathan sahasından ikinci bir ülkeye yapacağı ilk doğalgaz satışı olacak.

    İkinci opsiyon da Leviathan’dan Kıbrıs’a, oradan da Girit ve Yunanistan’a uzanacak, yaklaşık iki bin kilometrelik Doğu Akdeniz Boru Hattı projesi. Daha önce bu hattın kârlı olmadığının söylendiğini belirten kaynaklar, artık bunu ‘yapılabilir’ olarak görüyor. Sebebi de teknolojinin gelişmiş olması.

    Ancak teknik olarak yapılabilir olsa da, bu hattın siyasi anlamda soruna yol açmaması için öncelikle Kıbrıs sorununun çözülmesi gerekiyor.

    Avrupa Komisyonu’nun yaptığı çalışmaya göre, henüz planlama aşamasında olan Doğu Akdeniz Doğalgaz Hattı’nın yıllık 16 milyar metreküp doğalgazı Avrupa’ya taşıması öngörülüyor. Avrupa Komisyonu’nun ‘Ortak Çıkar Projesi’ kabul ettiği ve mâli destek taahhüt ettiği hattın mâliyeti, İsrail Enerji Bakanlığı’na göre 5,7 milyar dolar.

    2017 yılı başlarında, planlanan Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı güzergâhındaki sahalarda da rezerv araştırması yapılacak.

    “İran en büyük tehdit”

    Eitan Naeh, Ortadoğu bölgesinde en büyük sorun olarak İsrail-Filistin meselesinin gösterilmesine de karşı çıktı. Bölgedeki sorunlarla ilgili olarak İran’ı suçladı:

    “Ortadoğu bölgesi için en büyük tehdit İran’dır. Sadece İsrail için değil, tüm bölgenin barış ve istikrarı için en öncelikli tehdit, İran’ın bölgeye olan ilgisidir.”

    Büyükelçi, “İran’ı tehdit olarak gören herkesle bu konuda işbirliğine gidilebileceğini” belirtti.

    19 Şubat’ta Münih’te düzenlenen Güvenlik Konferansı’nda konuşan İsrail Savunma Bakanı Avigdor Liberman da, “Bölgenin üç büyük sorunu var; İran, İran, İran” demiş ve Körfez ülkelerine çağrı yapmıştı:

    “Bence İran’ın nihai hedefi, Suudi Arabistan’ın istikrarını ortadan kaldırmak.

    İlk kez bölgedeki Sünni rejimler en büyük güvenlik tehdidin İsrail değil İran ve onun vekâlet savaşları olduğunu fark ediyor. Bölgede diyaloğa biz de açığız. Bölgedeki ılımlılar bir araya gelmeli.”

  • Numan Kurtulmuş Al Jazeera Türk’e konuştu

    Numan Kurtulmuş Al Jazeera Türk’e konuştu

    Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’a göre, Fethullah Gülen Örgütü’nün kendisini ‘sivil bir beşinci kol faaliyeti gibi organize etmesi’ iktidarları işbirliğine ikna etti. Kurtulmuş, “ Sivil siyaset bir çok saldırılarla karşı karşıya kalmış ve kendisini korumak için ittifak yapacağı sivil unsurlardan birisi olarak bu FETÖ örgütlenmesi görülmüş” dedi. Başbakan Yardımcısı siyaset adına bir pişmanlığı dile getirdi: Bu adamın düşünce kodları çok açıktı. Keşke vakti zamanında bu sinyaller olumlu bir şekilde alınsa ve bunlar hiçbir şekilde devlete sokulmasaydı.

    Kurtulmuş, darbe geleneğinin Osmanlıdan kalan bir tortu olduğunu söyledi. 15 Temmuz girişiminden çıkarılması gereken dört temel ders olduğunu belirten Kurtulmuş’a göre bunlardan ilki, demokratik çoğulculuğu korumak ve geliştirmek. Başbakan Yardımcısı Al Jazeera’nın sorularını yanıtladı.

    Sizce 15 Temmuz askeri darbe girişiminden çıkan en önemli ders ne?

    Çok ders var.

    15 Temmuz’dan çıkan en önemli ders, demokrasi ve çok sesliliğin ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu gördük. Önceki darbelerde TRT’de bir bildiri okunduğu zaman her şey biterdi. Ama Türkiye’de çok seslilik ve medyanın büyük bir sınav vererek demokrasiye sahip çıkması, darbecilerin sesini kıstı ve çok kısa bir süre içerisinde açtıkları tuzağa kendileri düştüler. Dolayısıyla bizim çok sesliliği, demokratik çoğulculuğu korumak, geliştirmekten başka bir seçeneğimiz yoktur birincisi bu.

    İkinci ders

    İkincisi; devletin içerisindeki paralel yapıların önlenmesi için devletin şeffaflaştırılmasının zorunlu olduğunu anlamış, ders olarak bunu çıkarmış olduk. Buradan şunu kastediyorum. Devletin bir takım kadroları, mekanizmaları vatandaşların bir kısmına kapalı olursa…Örneğin 28 Şubat’ta ordu içerisindeki insanlara şöyle bir yanlış yapıldı, ‘bakın subayların evlerine gidin eşleri ne yapıyor, evlerinde dini ibadetlerini yapıyorlar mı ya da bir takım sosyal toplantılara geliyorlar mı, içki içiyorlar mı’ gibi son derece absürt, son derece askerlik mesleğinin doğası ile ilgili olmayan fişlemeler yapılırsa, toplumun geniş muhafazakar kesimleri kenarda bırakılırsa, FETO diye bir adam çıkıyor, onun kurduğu FETÖ diye bir örgüt ortaya çıkıyor. O örgüt diyor ki ‘Gel arkadaş ben seni alırım ve ben seni ordunun içerisinde yükseltirim’. Böylece paralel bir yapılanma ortaya çıkıyor.

    Buradan bizim karşımıza çıkan sonuç şudur: bizim devletin bütün kadrolarını milletin tamamına açmamız lazım. Bunun için de ehliyet, liyakat ve sadakatten başka hiçbir prensip aramadan, 79 milyonun hepsinin sahibi olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmamız lazım.

    Üçüncü ders

    Üçüncüsü; Türkiye’nin bu tür anti demokratik saldırılardan kurtuluşunun bir tek yolu var. O da reform ve demokratikleşme sürecine hızla devam etmek. Bunlar ne istiyorlar? İçimize kapanmamızı istiyorlar. Türkiye’nin anti demokratik bir sürecin içerisine girmesini istiyorlar. Biz de tam tersine demokrasiyi daha güçlendireceğiz, standartlarımızı daha yükselteceğiz ve bu anlamda reformları, ekonomide ve siyasette -65. Hükümet olarak zaten hükümet programında ortaya koyduğumuz- reformları eksiksiz bir şekilde uygulamaya koyacağız.

    Dördüncü ders

    Dördüncü olarak çıkardığımız sonuç ise siyasetin dili ve üslubudur. Yıllardır siyasetin dili ve üslubu zaman zaman büyük gerilimler, ötekileştirmeler, düşmanlaştırmalar üzerinden maalesef kurgulanmıştır. Onun ne kadar geçersiz ve yanlış olduğunu bir kez daha gördük.

    Siyaseten çok farklı noktalarda duracağız, demokratik ölçülerde çok sıkı mücadeleler vereceğiz, hatta rakip olan siyasi partiler bu anlamda birbirlerine göz açtırmayacaklar. Bunların hepsi kabul. Ama siyaset nihayetinde bir rekabet alanıdır. Düşmanlık alanı değildir. Dolayısıyla bir rekabet dili içerisinde siyasette düşmanlıkları bertaraf edeceğiz, ortak ittifaklarımız üzerinden de milli birlik ve beraberliğimizi artıracak adımlar atacağız.

    Bu dördü bu darbe girişiminin bize vermiş olduğu derslerdir. Bunlardan hızla ders çıkardığımızı ortaya koyduk ve reformlara hızla başladık.

    Örneğin bir daha TSK’nın bir darbe zemini olarak kullanılmasını önlemek için TSK’nın yeniden yapılanması hızla gerçekleştirildi. İlk sivil YAŞ toplantısı bunun görüntülerinden birisidir. YAŞ’ın yapısı değişti. Kuvvet komutanlıkları MSB’ye, Jandarma ve Sahil Güvenlik İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Askeri Yüksek Yargı sadece bir disiplin mekanizması haline geldi. Ayrıca subay havuzunun çeşitlendirilmesi için dışardan da harp okullarına öğrenci alınmasını sağlayacak imkân ortaya çıktı. Milli Savunma Üniversitesi’nin kurulmasına karar verildi. Askeri hastaneler sivilleşti ve benzeri uygulamalar.

    ‘3. Selim’den bu yana bir darbe geleneği var’

    Bu çok önemli. 3. Selim’den bu yana Türkiye’de bir darbe geleneği var. Osmanlı’dan kalma bir tortu. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti tarihinde beş darbe var. Bunların bir tanesinde Başbakan, bakanlar idam edilmiş. Bir tanesinde başbakanın altından zorla koltuğu alınmış. 7 – 8’de darbe teşebbüsü var. Artık hiç kimse aklının ucundan, ‘ben darbe yapabilirim’, ‘ben darbeye hazırlık yapabilirim’, dahi geçmesin. Böyle bir şey olmayacak. Türkiye bu anlamda yapısal reformları hızlı bir şekilde gerçekleştiriyor. İnşallah demokrasisinin standardını artırarak darbecilere karşı en büyük cevabı vermiş olacak.

    Fethullah Gülen Terör Örgütü olarak Mayıs ayındaki MGK toplantısında devletin belgelerine girdi. Ama Gülen Örgütü yeni bir örgüt değil. 1990’ların ikinci yarısından itibaren yazılmış raporlar, yapılmış uyarılar var. Dolayısıyla AK Parti öncesindeki dönemden başlayan bir hareket var, bir takım tespitler var. Buna rağmen AK Parti’nin bu örgüte devlet içinde yer açmasını neye bağlıyorsunuz? AK Parti bana bir şey olmaz mı dedi? Kendisine mi güvendi? Bu kadarını mı beklemedi?

    Dediğiniz gibi FETÖ yapılanması sadece AK Parti dönemiyle ilgili değil. 1970’lerin başından itibaren başlayan devletin içerisine sızma harekâtı. Ama bu örgütün esas görünür yüzü, suyun üstündeki görünen kısmı, sivil. Okullar, bir takım sivil toplum kuruluşları üzerinden yardım faaliyetleri organize etme, son derece sivil, “sempatik” görünen beşinci kol faaliyeti gibi aslında bunu organize etmişler.

    ‘Sivil kısım, işbirliği yapılacak bir alan gibi görülmüş’

    Dolayısıyla bu görünen sivil kısmı, siyasetin de işbirliği yapacağı bir alan gibi görülmüş. Bunu açıkçası itiraf etmek lazım.

    İkincisi; Türkiye’de eskiden de bir derin devlet yapılanması, baskıcı, bizim bürokratik oligarşi dediğimiz, devletin gücünü, sopasını elinde bulunduran resmi ideolojinin üzerine oturan, maalesef çok sıkı bir yapılanma var. 28 Şubat’ı, 12 Eylül’ü,12 Mart, 1960 darbesini, bu zihniyet yapmış. AK Parti dönemine geldiğiniz zaman, 27 Nisan bildirisinin hazırlanması, bu eski baskıcı anlayışın, o eski derin anlayışın bir tezahürü. AK Parti’nin kapatılma davası aynı şekilde.

    Sivil siyaset bir çok saldırılarla karşı karşıya kalmış ve saldırılardan kendisini korumak için ittifak yapacağı sivil unsurlardan birisi olarak bu FETÖ örgütlenmesi görülmüş. Hem sivil iktidarları kullanarak devlette yerleşmiş, hem de devletteki bu varlığı nedeniyle sivil iktidarlar için de işbirliği yapılacak bir araç olarak görülmüş. Dolayısıyla burada, sivil toplum ayağı, devlet içerisindeki yapılanması ayağı bakımından da maalesef hep sivil iktidarlar tarafından bir şekilde müsamaha görmüş, desteklenmiş, önü açılmış. Onlar da zaten hayatları boyunca hep iktidar kimdeyse onun kanatları altına girmişler. Rahmetli Ecevit’in, rahmetli Demirel’in, Tansu Hanım’ın, Mesut Bey’in… Kim iktidardaysa onların koltukları altına girmişler ve ortaya çıkmışlar.

    Maalesef 17 – 25 Aralık’tan sonra, bunların sadece devletin belli kurumlarında var olarak devlete hizmet etmek değil, kendi paralel örgütlenme yapılarına destek olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış, görülmüş. Daha evvel de bunların işaretlerini vermişlerdi.

    ‘Keşke siyaset işaretleri görüp, tedbir almış olsaydı’

    Keşke sivil siyaset daha öne bunun işaretlerini görüp tedbirlerini çok daha evvelden almış olsaydı. 28 Şubat’ta bakıyorsunuz 28 Şubat’ın, 12 Eylül’de 12 Eylül’ün kanatları altındalar. Hep milli iradenin karşısında durmuşlar, hep milli iradenin karşısında olan güçlerden destek almaya çalışmışlar. 28 Şubat’taki o sözleri unutmuyoruz, ‘Refah Partisi’ni kapatmayın, kapatma tehdidiyle seçime sokun’. İmam hatipler kapatılıyor, ‘İslam sadece imam hatiplerde mi okutuluyor, ne olur imam hatipler kapatılsa’ demeci. ‘Başörtüsü teferruattandır’ demeci. Bütün bunlarla aslında sadece İslami camiaya, muhafazakar kesime bir şey söylemiyor. Darbecilere ‘doğru yapıyorsunuz’ diyor ve darbecilere meşruiyet sağlıyor. Bu adamın düşünce kodları çok açıktı. Keşke vakti zamanında bu sinyaller olumlu bir şekilde alınsa ve bunlar hiçbir şekilde devlete sokulmasaydı.

    Doğru bir okuma yapılmadı yani siyasiler tarafından…

    Siyasetin türbülansları içinde maalesef siyaset doğru okuyamadı.

    ‘Kimi nerede bulsalar infaz edeceklerdi’

    Sizce 15 temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ne olurdu? Sadece iktidarı değiştirmek değildi herhalde? Neydi hedef?

    Allah muhafaza bunu düşünmek bile istemiyoruz. O gece yaşadıklarımızı biz burada sabaha kadar ne zorluklar yaşadığımızı biliyoruz. Kıl payı döndü Türkiye uçurumun kıyısından. Bir kere bunların anladığımız kadarıyla yönetim değişikliği öyle mahkemelerle falan da uğraşmayacaklardı. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere, kimi nerede bulsalar infaz edeceklerdi. Bu kararlılıkla yola çıktıkları görünüyor. Geneline baktığınız zaman korkak. ’Zulmeden korkar’ diye bir söz var biliyorsunuz. Bunun üzerinden hareket ettiler. Ama esas hedefleri Türkiye’de sadece bir yönetim değişikliği değil. Hemen çok kanlı bir şekilde darbe yapıp iç savaşı başlatmak, iç savaşın sonucunda da Türkiye’yi yabancı işgale hazır hale getirmek.

    Kimin işgaline?

    İşte orta doğuyu görüyorsunuz. Orada kimlerin işgali varsa onların işgali. Saddam zamanında çok güçlü Irak, bugünkü bölünmüş, parçalanmış haline 20 ayda gelmiş. Bugün üzerinde konuştuğumuz Suriye, bir buçuk senede bugünkü parçalanmış haline gelmiş. Allah korusun siyasi istikrar ortadan kalkarsa, yani ülkenin tek elden yönetilmesi imkanı ortadan kalkar, büyük bir siyasi kaos, kriz ortaya çıkarsa, ondan sonra o istikrarsızlığın nerede duracağı belli değil. Örnek Suriye, Irak, Libya’dır. Bu darbenin bir numaralı hedefi bu anlamda Türkiye’nin siyasi istikrarıydı.

    “Askeri diktatörlük peşinde koşan dini kült”

    Şeriat devleti kurmak istemiş olabilirler mi?

    Ben bunları açıkçası şöyle tanımlıyorum: Dini kült. Ana akım İslam inancının dışında, çok sayıda sapık, hurafe düşünceleri olan, örneğin sadece kendi örgütlerine mensup olanların bir Müslüman sayılması, diğerlerine tekfirci bir anlayış ile yaklaşılması gibi, bir sürü sapkınlıkları olan bir dini kült. Ama sadece bir dini kült değil, askeri diktatörlük peşinde koşan bir dini kült. Bunları böyle tanımlamak lazım.

    Bu anlamda batılıların da çok daha iyi anlayacaklarını düşünüyorum. Mesela Opus Dei gibi, David Coresh tarikatı [Davidian kültü veya Waco kültü olarak bilinir]gibi. Bir tarikat ya da bir dini kült ama sonuçta nihai amaçları Türkiye’yi ele geçirmek. Bunu yaparken de askeri diktatörlük oluşturmak. 15 Temmuz da bunun açık ispatıdır.

    “Siyasi ayağının olmaması düşünülemez”

    Kurumlarda temizlik başladı ama bu darbe girişiminin siyasi uzantıları konusunda şu anda yansımış bir şey yok. Meclis’te 15 Temmuz darbe girişimini araştırmak için bir komisyon kuruluyor. Oradan bir siyasi sonuç çıkmasını beklenmeli mi? Yoksa bu faaliyet bir istihbarat faaliyeti olarak mı devam etmeli?

    Bir kere 40 yılın birikiminin öyle 40 günde temizlenmesini beklememek lâzım. Çok uzun ama çok kararlı bir mücadele gerektiriyor. Bunun için de ölçümüz bu örgütle irtibatlı, iltisaklı kimseye merhamet göstermeden ama bu örgütle hiçbir şekilde irtibatı olmayan insanlara da haksızlık yapmadan, adaletsiz davranmadan bu temizlik sürecinin sürdürülmesidir.

    Tabii ki böylesine önemli bir kalkışmanın, devleti ele geçirme, Türkiye’yi bir işgale hazırlama projesinin siyasi ayağının olmaması düşünülemez. Hele hele kurulduğu günden itibaren neredeyse siyasi iktidarlarla çok içli dışlı olan onların kanatları altında faaliyet gösteren bir örgütün siyaset ayağının olmaması asla düşünülemez. Mutlaka vardır. Araştırılması gerekir. Bu da siyasetin vazifesi değil savcıların vazifesidir. Savcılar burada titizlikle bu örgütün irtibatlı, iltisaklı siyasi kişileri, kurumları bunları da ortaya çıkarmalıdır.

    Bu süreçte, iyi saklanmalar, gjzlenmeler görüldü. En yakında olan isimlerin, yaverlerin, korumaların …Sizin ‘benim de yakınımda var mıdır’ diye endişeniz var mı?

    Olabilir ama korkunun ecele faydası yok.

    Biz tedbir almak durumundayız. Bunlar bu anlamda çok iyi bir istihbarat eğitimi de aldıkları için, kendilerini çok iyi gizlemeyi bilen insanlar. Paranoyak bir korku, takıntı haline getirmemek lazım. Devleti şeffaflaştırıp, işlerimizi şeffaf, açık bir şekilde yaparsak, Allah’a vereceğimiz hesapta net ve açık olursak, hiçbir kulun karşısında hesap vermekten korkmayız. Dolayısıyla ‘bunlar gizli bir şekilde gelecekler, sağımızda olurlar, solumuzda olurlar’… Biz millete hizmet yolunda devam edeceğiz. Siyasette çok sık söylenen bir şey var hepimiz zaten kefenimizi giyip bu yola çıktık. Demirden korkan trene binmez.

  • 28 Şubat ile günümüz arasında benzerlik var

    28 Şubat ile günümüz arasında benzerlik var

    <p>Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi <strong>Serpil Çevikcan</strong>, Cumhurbaşkanı <strong>Tayyip Erdoğan</strong>’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.</p>
    <p>Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın <strong>Barack Obama</strong> nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.</p>
    <p>Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:</p>
    <h3><strong>‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’</strong></h3>
    <p>Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.</p>
    <p>Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.</p>
    <p>Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:</p>
    <p>“Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”</p>
    <p>Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.</p>
    <h3>TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi</h3>
    <p>Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.</p>
    <p>Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.</p>
    <h3>‘Vakti gelince görüşürüm’</h3>
    <p>Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.</p>
    <p>Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.</p>
    <p>Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.</p>
    <p>Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.</p>
    <p>Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.</p>
    <p>Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.</p>
    <p>Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.</p>
    <p>ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.</p>
    <p>Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.</p>
    <p>Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.</p>
    <h3>Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış</h3>
    <p>Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.</p>
    <p>Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.</p>
    <p>Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.</p>
    <p>Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.</p>
    <p>Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.</p>
    <p>Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.</p>

  • 15 Temmuz ve alınacak dersler

    15 Temmuz ve alınacak dersler

    Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.

    Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.

    Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:

    ‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’

    Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.

    Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.

    Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:

    “Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”

    Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.

    TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.

    Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.

    ‘Vakti gelince görüşürüm’

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.

    Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.

    Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.

    Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.

    Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.

    Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.

    Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.

    ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.

    Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.

    Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.

    Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış

    Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.

    Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.

    Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.

    Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.

    Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.

    Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.

  • Davutoğlu’ndan Yıldırım’a

    Davutoğlu’ndan Yıldırım’a

    Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.

    Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.

    Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:

    ‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’

    Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.

    Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.

    Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:

    “Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”

    Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.

    TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.

    Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.

    ‘Vakti gelince görüşürüm’

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.

    Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.

    Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.

    Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.

    Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.

    Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.

    Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.

    ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.

    Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.

    Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.

    Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış

    Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.

    Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.

    Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.

    Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.

    Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.

    Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.

  • Kongrede ilk konuşma

    Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.

    Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.

    Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:

    ‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’

    Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.

    Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.

    Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:

    “Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”

    Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.

    TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.

    Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.

    ‘Vakti gelince görüşürüm’

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.

    Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.

    Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.

    Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.

    Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.

    Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.

    Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.

    ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.

    Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.

    Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.

    Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış

    Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.

    Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.

    Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.

    Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.

    Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.

    Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.

  • Merkel döneminde gerilen ilişkiler

    AK Parti hükümeti henüz ikinci yılını doldurmamışken, 2004 yılı başlarında Ankara, en az on yıl boyunca Türkiye-AB ilişkilerini etkileyecek olan bir konuğu ağırladı: Dönemin Alman ana muhalefet partisi lideri Angela Merkel. Bu Merkel’in Türkiye’ye yaptığı ilk resmi ziyaretti ve Ankara’da hükümet yetkilileri, Türkiye’ye önyargıyla yaklaşan Merkel’le AB üyeliğini masaya yatırmayı planlıyordu.

    Ancak Merkel AB üyeliğinin nasıl mümkün olabileceğini konuşmaya pek niyetli değildi. Dönemin Başbakanı Erdoğan ile görüşmesinin ardından yapılan ortak basın toplantısında şunları söyledi:

    “Avrupa Birliği içinde büyük sorunlar yaşıyoruz. On yeni ülke daha birliğe katılacak. Türkiye’yi aramıza alacak güçte değiliz. O yüzden Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık teklif ediyoruz.”

    Gergin geçen basın toplantısında Erdoğan’ın cevabı, “AB’ye tam üyelik dışında Türkiye’nin başka bir alternatifi yoktur. İmtiyazlı ortaklık şimdiye kadar hiçbir ülkeye karşı masaya konulmamıştır” oldu.

    Bu ziyaretten bir buçuk yıl sonra, Sosyal Demokratların halk desteğini kaybettiği 2005 yılında erken seçime giden Almanya’da, birleşmenin ardından ilk kez Doğu Alman kökenli bir siyasetçi olarak Angela Merkel Başbakanlık koltuğuna oturdu.

    Tam üyelik yerine ‘imtiyazlı ortaklık’ ısrarı

    Merkel, Üst üste seçimleri kazandığı 2005’ten bu yana girdiği seçimlerin hemen hepsini kazanarak iktidarda kaldı ve neredeyse son on yıldır Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üylik yolundaki en büyük engel oldu. Avrupa Birliği’nin lider ülkesi olarak Almanya’nın bu gücü vardı ve Merkel bunu Türkiye’nin üyeliğine karşı yönde kullandı.

    Merkel, 2013 seçimlerinin ardından 2014 başında Berlin’e giden dönemin Başbakanı Erdoğan’la düzenlediği ortak basın toplantısında “Türkiye’nin tam üyeliğine dair tereddütlerim var. Bu ucu açık bir süreç ve bu sürecin ilerlemesini istiyoruz.” dedi.

    Son olarak 2015 Ocak ayında Berlin’de bir araya gelen Merkel ve Başbakan Davutoğlu, ortak basın toplantısı düzenledi. Merkel, Türkiye’nin AB adaylığı konusunda fikrini değiştirmediğini söyleyerek, “Tam üyelik konusundaki kuşkularımın yanında her zaman müzakere sürecinin sürdürülmesini destekledim.” dedi.

    Almanya ile ilişkiler özellikle 2013 yılındaki Gezi olaylarından sonra daha sıkıntılı bir hal aldı. Alman devletinin bilhassa Arap Baharı’ndan sonra izlediği bölge politikaları, Berlin’in bu çerçevede Türkiye’ye bakışı ve yaptığı hamleler ilişkilerde büyük sıkıntılara yol açtı.

    ‘Almanya’yı da göreceğiz bakalım neler yapacak?’

    Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkinin gerilmesine yol açan son gelişme, haklarında yakalama kararı bulunan eski savcılar Zekeriya Öz ve Celal Kara’nın Gürcistan üzerinden Almanya’ya kaçışı oldu.

    “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak” ile “cebir, şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya, görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” suçlarını işlediklerine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin oluştuğu gerekçesiyle bu savcılar hakkında tutuklama kararı çıkmıştı. Savcılar, hükümetteki bakanlara uzanan 17-25 Aralık soruşturmalarında yasal yetkilerini aştıkları gerekçesiyle Mayıs 2015’te meslekten ihraç edilmişti.

    Eski savcıların Almanya’da olduğu ortaya çıkınca, kırmızı bülten çıkarılması için girişimler başladı. Erdoğan,“Bu kırmızı bültenle beraber Almanya’yı da göreceğiz, bakalım ne yapacak. Oldu oldu, olmadığı takdirde Almanya bizden herhangi bir suçluyu bundan sonra Tayyip Erdoğan imzasıyla isteyemez, alamaz, vermem. Herkes uluslararası hukukun gereği neyse bunu yerine getirecek, getirmediği takdirde biz de aynen mukabiliyle cevap veririz” dedi.

    Almanya patriot füzelerini geri çekme kararı aldı

    2012 yılı sonunda Suriye’den atılan füzelerin hedefi olan Türk vatandaşı sivillerin ölümünün ardından Türkiye, NATO’dan hava savunma desteği istedi. 2013 Ocak ayında, ABD ve Hollanda’ya ek olarak Almanya da iki patriot füzesi göndererek Türkiye’nin bu talebine karşılık verdi.

    2013’te iki patriot bataryası, füzeler ve 400 Alman askeriyle başlayan görev, iki kez birer yıllık sürelerle uzatıldı. Son olarak 2015 Mart ayında Alman Savunma Bakanı Ursula von der Leyen Kahramanmaraş’taki birliği ziyaret ederek, Suriye’deki savaş bitinceye kadar patriotların Türkiye’de kalacağını söyledi.

    Ancak bu ziyaretin ardından, Ağustos ayında Almanya görev süresini bir daha uzatmama kararı aldı. Buna göre patriot bataryaları ve sayısı şu an için 250’yi bulan Alman askerleri en geç 2016 Ocak ayına kadar Türkiye’den çekilecek.

    Alman Savunma Bakanlığı sözcüsü, ‘Suriye’den Türkiye’ye yönelik tehdidin kalktığını’ söylüyordu ancak bu açıklamayı kimse inandırıcı bulmadı. Bu hamlenin Türkiye’nin Suriye’ye yönelik daha aktif bir tutum sergileyeceği yönünde mesajlar verdiği günlere rastlaması dikkat çekti.

    Rojava’dan çıkan ‘Alman ajanlar’

    Almanya’nın patriot bataryalarını geri çekme kararı aldığı sıralarda, Suriye’nin kuzeyinden bir haber geldi. PYD saflarında savaşa katılan bir Alman’ın ölüm haberiydi bu. Ancak ölen kişi sıradan bir Alman vatandaşı değil, basına yansıyan haberlere göre Kevin Joachim adında bir Alman istihbarat elemanıydı.

    Milliyet gazetesi Alman ajanın Suriye’nin kuzeyinden Kandil’e geçtiği sırada Türkiye’nin düzenlediği hava operasyonları sırasında öldürüldüğünü duyurdu. Joachim’in cenazesinin Türkiye’den geçmesine izin verilmeyince, Almanya’nın Erbil üzerinden cenazeyi alarak Karlsruhe yakınlarında defnettiği yazıldı.

    Türk hükümetine yakın Sabah gazetesi de Joachim’in bölgedeki Kürtlerle çalışan bir ajan olduğunu, Joachim dışında altı Alman ajanının daha Kandil ve Suriye’de Kürt savaşçıları eğittiğini yazdı.

    PKK’nın Suriye’deki silahlı kolu YPG ise bu haberleri yalanlayarak Joachim’in ‘Dilsoz Bahar kod adıyla YPG saflarında çatışan bir savaşçı’ olduğu açıklamasını yaptı.

    İki Türk vatandaşı ‘istihbarat topladığı’ gerekçesiyle tutuklandı

    Alman ajanların Irak ve Suriye’de Kürt birliklerini eğittiği iddiaları yalanlanırken, Almanya 19 Aralık’ta ‘Türk ajanı’ oldukları iddiasıyla iki Türk vatandaşını gözaltına aldı. Alman savcı , 2013 Şubat ayından 2014 Aralık ayına kadar Türk İstihbarat ajansına çalıştığını iddia ettiği bu kişilerle ilgili suç duyurusunda bulundu. Grubun lideri olduğu ve Türkiye’deki üsleriyle iletişimi sağladığı ileri sürülen Muhammed Taha G. isimli Türk vatandaşı cezaevinde davanın başlamasını beklerken, gözaltına alınan diğer iki kişi, Göksel G. ve Ahmet Duran Y. serbest bırakıldı.

    Dava 9 Eylül tarihinde başladı. Detaylar resmi ağızlardan kamuoyuyla paylaşılmıyor. Ancak Alman Deutche Welle gazetesinin haberine göre, ilk duruşmada sanıklara Türk hükümetiyle ve MİT’le ilişkileri olup olmadığı soruldu. Gözaltına alınmadan önce Almanya’da kendisini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanı olarak tanıttığı ileri sürülen ve dava gününe kadar gözaltında tutulan Muhammed Taha G.’nin avukatı bu soruyu yanıtsız bıraktı.

    Bugüne kadar konuyla ilgili Ankara’dan tek açıklama Türk Dışişleri’nden geldi. Dışişleri Bakanlığı, bu kişilerin MİT’le ilişkili olduğu iddialarını reddediyor. Kararın 25 Aralık’ta çıkması bekleniyor. Eğer bu kişilerin casusluk yaptığına karar verilirse beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilirler.

    Almanya’nın kulakları Türkiye’nin üzerinde

    Almanya iki Türk vatandaşını ‘istihbarat topladıkları’ gerekçesiyle gözaltına almadan önce, Almanya’nın Türkiye’yi 1976 yılından beri dinlediği iddiaları iki ülke arasındaki ilişkilerin bir hayli gerilmesine yol açmıştı.

    Focus dergisinin Ağustos 2014’te yayınladığı habere göre, Alman istihbarat örgütü BND 1976’da dönemin başbakanı Schmidt’in izniyle Türk yetkilileri dinlemeye başladı. Son dönemde dinlemeler Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarının da bilgisi dahilinde devam etti.

    Türkiye’den dinlemelere ilişkin inceleme yapıldığı açıklamasından başka açıklama gelmedi. 18 Ağustos’ta Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Eberhard Pohl Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Görüşmede, dinleme iddialarının doğru olması halinde Türkiye’nin “büyük hayal kırıklığı duyacağı” elçiye belirtildi.

    Focusdergisi’nin haberinin ardından birçok Alman gazete ve dergisinde, ‘ismini açıklamak istemeyen kaynaklara dayandırılarak’ bu haberin doğrulandığı belirtildi. İddialar gündemdeki yerini korurken Eylül ayında Galler’de yapılan NATO zirvesinde, Erdoğan ve Merkel bir araya geldi. Toplantının kameralara açık bölümünde Merkel’in her zamanki sert tutumu bu kez gözlenmedi.

    Görüşmeye katılan dönemin dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Erdoğan’ın Merkel’e dinlemeleri sorduğunu, Merkel’in ise ‘bu konuda bize güvenmenizi istiyoruz’ dediğini açıkladı.

    Her iki olay da Alman basınında Türkiye’deki muhalif gruplar ve PKK ile ilişkilendirildi. Ajanlık iddiasıyla tutuklananların Almanya’da yaşayan PKK sempatizanları veya diğer muhaliflere yönelik çalışmalar yaptığı haberleri çıktı. Dinlemelerin de AB üyesi olan Türkiye’nin PKK konusunda yapacaklarının önceden bilinmesinin, olası tehlikeleri önlemek için yapılmış olabileceği yazıldı.

    Neo-nazi yapılanması

    Almanya’daki Türklere yönelik ırkçı saldırılar, kundaklamalar ve Alman makamlarının bu konuda Türkiye’yi ve Türk vatandaşlarını tatmin etmeyen tedbirleri de Ankara – Berlin ilişkilerini olumsuz etkiliyor.

    “Eğer bir Alman cumhurbaşkanı Türkiye’ye gelip yanlış bilgilerle ‘Türkiye’nin geleceğinden kaygı duyuyorum’ gibi bir söz sarf ederse biz de her Alman şehrine gider Neonaziler dolayısıyla ‘Almanya’nın geleceğinden kaygı duyuyoruz’ deriz.

    “Eğer kaygı duyacaksak Avrupa sokaklarına nüfuz etmiş olan ırkçılıktan kaygı duyalım, İslamofobiden kaygı duyalım, kundaklanan Türk evleri dolayısıyla kaygı duyalım, duvarlarına hakaretler yazılan mescitler dolayısıyla kaygı duyalım. Saygı görmek isteyen saygı gösterecek bize ama kimse bize ikinci sınıf Avrupalı muamelesi yapamaz.”

    Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Mayıs 2014’te söylediği bu sözler, Almanya’da süren ancak hiçbir gelişme kaydedilemeyen Neo-nazi davasıyla ilgili yaptığı en sert açıklamaydı…

    Alman Cumhurbaşkanı Gauck’un Türkiye ziyaretinde ‘Türk demokrasisiyle ilgili kaygı duyduğunu’ söylemesi ve Ankara’da öğrencilerle buluşmasında “Türkiye’nin geleceğinden kaygılıyım” demesinin ardından geldi.

    Merkel döneminin öncesine dayanan ancak Merkel döneminde de Türk-Alman ilişkilerinde etkili olan başka bir olay, Almanya’daki bu neo-nazi oluşumlar ve Türklere yönelik kundaklamalardı.

    13 yılda sekizi Türk on kişiyi öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adlı örgütün hakkında açılan davada henüz bir ilerleme sağlanmadı.

    Örgüt, Türkleri hedef alan iki bombalı saldırı, adi bir hırsızlık vak’ası süsü vererek 15 silahlı soygun ve bir kundaklama düzenledi. Yangının kasten çıkarıldığı ve tüm bu saldırıların NSU’yla bağlantılı olduğu 2011 Kasım’ında ortaya çıktı. Örgütün 2004 yılında Köln’de tüm dükkanların Türk olduğu Keupstrasse’de NSU’nun düzenlediği bombalı saldırıda 20’den fazla Türk göçmen ağır yaralandı.

    Örgüt hakkında açılan ve Mayıs 2013’te başlayan davada ise henüz bir ilerleme sağlanamadı. 300’den fazla kanıt dosyasının yok edildiği ortaya çıktı. Davanın üç tanığı evlerinde ölü bulundu, ölüm sebebi belirlenemedi.

    Dava sırasında Alman Yeşiller ve Sosyal Demokrat Parti de Merkel’i, aşırı milliyetçi oluşumlara engel olmamakla eleştirdi.

    Ticaret hacmi artıyor

    Aynı görüşmede, Davutoğlu Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olan Almanya’yla ekonomik ilişkilere de değindi. İki ülke arasında siyasi birçok soruna rağmen ticaret hacmi büyüyor. 2013’te 38 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2014’ün ilk yarısında 31 milyar dolara ulaşmıştı. Davutoğlu, bu rakamın 50 milyar dolara ulaşmasını hedeflediğini söyledi. Bu rakam 2009’d 20 milyar dolar seviyesindeydi.

    İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler ne kadar gelişmiş olsa da siyasi gelişmelerden kaynaklı duraklamalar görmek mümkün. Ekonomik ilişkilerin ileri düzeyde olduğu ülkelerde kurulan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği mekanizması, Almanya’yla kurulamadı. Onun yerine Mayıs 2013’te ‘Stratejik Diyalog Mekanizması’ kuruldu. Mekanizma kapsamında dışişleri bakanları seviyesinde şimdiye kadar iki kez toplantı yapıldı.

    Türkiye ile Almanya arasındaki ekonomik ilişkilerin ileri düzeyde olmasının asıl sebebi ise Almanya’da yaşayan ancak Türkiye’ye yatırım yapmaya devam eden yaklaşık 3 milyon Türk ve turizm için Türkiye’yi tercih eden, hatta çoğunlukla mülk alarak yazlarını burada geçiren Almanlar…

  • Centcom’da propaganda

    Centcom’da propaganda

    Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.

    Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.

    Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:

    ‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’

    Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.

    Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.

    Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:

    “Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”

    Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.

    TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.

    Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.

    ‘Vakti gelince görüşürüm’

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.

    Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.

    Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.

    Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.

    Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.

    Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.

    Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.

    ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.

    Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.

    Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.

    Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış

    Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.

    Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.

    Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.

    Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.

    Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.

    Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.