Kategori: Genel

  • EYT’liye hak tamam gibi…

    TBMM’DE hangi kesim daha baskın olursa onun beklentisine uygun kanun çıkarma olasılığının yükseldiği döneme tanıklık edileceğini söylemiştim.

    Buna gerekçe olarak da seçim mevsimini göstermiştim.

    Uzun sürmedi, ilk veriler de gelmeye başladı.

    Bunun en iyi göstergesi de Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) ile ilgili durum…

    Yaş süreçlerini doldurmadan emekli olabilmek için kanuni düzenleme yapılması talebini ilettiklerinde beklentileri yüksek değildi.

    Hatta Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) içinde bulunduğu durum açısından olanaksız gibiydi.

    Bakanlar Kurulu gündeminde olmadığını açıkladı ancak bunun TBMM’nin meselesi olduğunu da belirtip kenara çekildi.

    “Politikacının ağzından bir kez çıktı mı, kanun olarak da çıkar” kuralı bu aşamadan sonra daha da hızlandı.

    Görünen o ki EYT meselesi, beklendiği şekliyle olmasa da ara bir formülle TBMM’den çıkacak.

    Bu konuda CHP ve MHP’nin çabası da oldukça yüksek…

    CHP’NİN KAPSAMI

    Nitekim dün CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, emeklilikte yaşa takılanların bütçeye getireceği yükün yüksek olmayacağını belirtti.

    Daha önce emeklilerin maaşlarındaki olumsuzluğu giderme konusunu da gündeme getirdiklerinde benzer tutumla karşılaştıklarını anımsattı.

    AK Parti’nin 1993’ten bu yana gelenler yerine daha dar kapsamlı bir düzenleme ile meseleyi çözme arayışında olduğunu belirtip ekledi: “AKP, 200-250 bin civarındaki kişiyi kapsayan düzenleme üzerinde duruyor. Bizim hedefimiz ise hepsine, 4,5 milyona verilmesi…”

    Özel, TBMM Başkanlığı’nın milletvekillerinin daha önce verdiği kanun tekliflerini Temmuz ayından bu yana Komisyon’a göndermediğini de belirtti.

    “Uyarımız üzerine teklifler Komisyon’a gönderildi” dedi.

    MHP’NİN SINIRI

    İktidar partisindeki hazırlık ise emeklilikte yaş eşiğini kaldırmadan bir düzenleme getirmek.

    Emekliliğine az bir süre kalmış olanlara bu hakkı tanımak, uzun vade bulunanları ise kapsam dışı bırakmak.

    MHP de meseleye bu şekilde yaklaşıyor.

    MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay da dünkü sohbetimizde düşündükleri modeli dile getirdi.

    CHP’nin ileri sürdüğü gibi kapsama girecek sayısının 4-6 milyon gibi rakamlara ulaşmasının olanaksız olduğunu belirtti.

    Akçay, “Bizim hesabımıza göre aileleriyle beraber 700 bin kişiye etki yapar, o da 200-250 bin kişi demektir ki bir yük getirmez” deyip devam etti:

    “Bunun bütçeye yükü, her yıl 2 bayramda verilen ikramiye sayısından yüksek olmaz. Bütçeye bir yükü elbette olacak, ama ekonomiye yeniden dönüşü hesaba katıldığında yüksek oranlı olumsuzluğa yol açmaz…”

    “İKTİDARI DA KATALIM”

    EYT ile ilgili etki analizi yapılması gerektiğini de belirten Akçay, önerisini de şöyle dile getirdi:

    “Madem ortada bir teklif var ve çıkmasını biz de CHP de istiyor; gelin hep birlikte ele alalım. İktidar partisini de ikna ederek işin içine katalım ki bütçeye olan etkisini de iyi ayarlayalım.”

    İYİ Parti ve HDP’nin tutumu da aslında CHP’den farklı değil…

    Dolayısıyla TBMM’de konu üzerinde mutabakat sağlanmış durumda…

    Bu aşamaya geldikten sonra, hele bir de önünde sandık varsa çıkmaması olanaksız…

    Başa dönersem, bundan böyle TBMM’de kanunlar dinamik azınlığın, gevşek çoğunluğa baskın gelmesine göre şekillenir; popülizm kazanır.

    Sesi çok çıkan, kendi kanununu da çıkarır…

    ***

    Muhtar Kent’e adaylık önerisini kim götürdü?

    CHP’de yerel seçim sürecini yürüten Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun’a soruyu yönelttiğimde bu denli hayıflanacağı aklımdan geçmezdi.

    İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adaylığı için Ümit Boyner ve Muhtar Kent’e teklif götürdüklerine ilişkin haberi aktardığımda bir süre sustu.

    Sorunun devamını getirince de soruyla karşılık verdi:

    “Sayın Boyner ve Sayın Kent’e acaba kim adalık teklifinde bulundu?”

    Sorusunu anlamadığımı belirtince de konuyu açtı:

    “Parti yönetimi olarak bizim bu yönde bir adımımız olmadı. Herhangi bir arkadaşımızı da bu konuda görevlendirmedik. Bizim adımıza kim teklif yapıyor biz de onu merak ediyoruz…”

    “BİZ DE BİLSEK…”

    Burada da kalmadı, CHP’li bazı isimlerin adı geçen kişilere öneride bulunup bulunmadığına yönelik de bir bilgisinin olmadığını belirtip devam etti:

    “En azından bu arkadaşlarımız da böyle bir eyleme girmeden önce açıp bize sorarlar. Ama soran da olmadı. Adımıza kim önerilerde bulunuyorsa, bu şahısların isimlerini söylesinler, hiç değilse kim olduklarını bilelim…”

    Seyit Torun, bu yöndeki iddiaların CHP’ye yönelik “itibarsızlaştırma” girişimi olabileceğini de belirtti.

    Sözlerinde her zamanki gibi samimiydi ve kim olduklarının merakı içindeydi…

    Anlaşılan o ki birileri İstanbul’da CHP adına adaylık dağıtıyor…

    Ya da öyle bir eylem yok birileri uyduruyor…

    Merhum Erdal İnönü’nün böyle durumlar için söylediği sözle bitireyim:

    “Zamanın her şeyi ortaya çıkarma gibi kötü bir huyu vardır…”

  • Zeytinci mutsuz ve endişeli

    GEÇİMİNİ zeytin üretimi ile sağlayan 320 bin aileden birine mensup çiftçi bir milletvekiliyim.

    Üretici zeytinin kilosunu 2.5 TL’ye mal etmiştir. Buna karşılık şu an yeşil zeytinini 2 TL’ye satmak zorundadır. Yani zarar etmektedir. Son günlerin moda deyimi ile ‘konkordato’ ilan etmek üzeredir. Örgütlenmenin artık kaçınılmaz olduğunu gören üreticimiz, önümüzdeki günlerde yeni birlik ve kooperatifler kurmanın arayışı içindedir.

    Ancak bugün için, yani çiftçimizin nefes alabilmesi için sofralık zeytine prim verilmesi artık zorunlu hale gelmiştir. Talebini her platformda dile getirmiş, ancak bu haklı istek muhataplarında karşılık bulmamıştır.

    Çiftçimizin bu haklı talebinin sıklıkla dile getirilmesi, sizler aracılığıyla bu konuda kamuoyu oluşturulması önemlidir. 320 bin ailenin sesinin duyulması konusunda desteğiniz bizlere katkı sağlayacaktır. 

    O Türk afiş ve grafik sanatının öncüsü, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemi çizen, çalışmaları günümüzde de güncelliğini koruyan bir usta. Modern Türkiye’nin inşasını çizgileriyle anlatırken mesajı çok net biçimde verir İhap Hulusi. Fikirlerinin zamansızlığı günümüzde dahi güncel olmasını beraberinde getirir. Örneğin vatandaş afişi. 1931 yılında çizdiği bu afişte “Yere tükürene, yasak dinlemeyene, herkesin rahatını bozana, saygısızlıkların her türlüsüne; aldırmamazlık etme” diyor. 

    Her dönemin insanına seslenebilen, kendi zamanın ötesinde bir sanatçı o. Vatandaş, aldırmamazlık etme! Onun tüm çalışmalarını görmek isterseniz Ender Merter tarafından 2010 yılında hazırlanan, Marmara Üniversitesi Cumhuriyet Müzesi’ndeki ‘Müsellesten Üçgene’ özel galerisini ziyaret edebilir, www.ihaphulusigorey.gen.tr veya www.endermerter.com sayfalarını inceleyebilirsiniz. 

    29 EKİM BAYRAMI’NI ANLAMLI KUTLAMAK

    TANRININ gizemli atölyesi diye adlandırdığı tarih içinde günlük ve önemsiz olaylar pek çoktur. Tarihte de günlük yaşamda olduğu gibi çok görkemli ve unutulmaz anlara pek rastlanmaz. Bir ulusun içinden bir dâhinin çıkabilmesi için milyonlarca insanın dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın parladığı anların oluşması için çok beklenilmiştir. Ancak bir ulusun içinde bir dahi ortaya çıkınca çağlar boyu kendisinden söz ettirir; böyle bir an ortaya çıkarsa, bu gelecekteki on yılların ve yüzyılların belirleyicisi olur. 19 Mayıs yıldızın parladığı andır. 29 Ekim bu yıldızın güneş olup etrafı aydınlattığı andır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı şimdiden hepimiz için kutlu olsun. 

  • Referandumda Kürtler Ne Yapacak

    Kafa kafaya giden bir referandum sürecinde herhangi bir kimliksel grubun nasıl tutum alacağı çok kritik olabiliyor. Hele Kürtler gibi seçmenin yüzde 18’ini oluşturan bir kesimse… Doğu ve Güneydoğu’da yaptığımız çalışma ve temaslar ilk kez kimliksel duyarlılığın siyasi pozisyonun önüne geçtiğini ve AK Parti ile PKK/HDP arasında ‘gri’ bir alan oluşturduğunu gösteriyor. Yani giderek daha çok kişi referandum gündemine şu veya bu ideolojik tercihe dayanarak değil, salt Kürt olma psikolojisi üzerinden bakıyor. Bunun temelinde ortak bir aldatılmışlık, küskünlük, kızgınlık duygusu var. Savaş ve güvenlik politikasıyla sonuç alınamayacağı, gelinen noktadan devletin de PKK kadar sorumlu olduğu kanaati yayılıyor. İnsanlar hangi tarafın haklı olduğu tartışmasına girmeyi anlamsız buluyorlar… Böylece manen uzaklaşan ve yabancılaşan bir Kürt coğrafyası oluşuyor.

    Anayasa değişikliğinin Kürtleri dışlayarak kotarılmasının ve bizatihi AK Parti/MHP işbirliğinin devlete güvensizliği artırdığı söyleniyor. Nefret dilinin devam ettiğinden, OHAL’in bu bölgede vatandaşı sindiren bir mekanizmaya dönüştüğünden, kanun ve kuralların işlemediğinden, keyfiliğin yerleştiğinden şikayet ediliyor. Siyasi analizlere geldiğimizde, hem ‘beka sorunu var’ dendiği hem de toplumu bölen ve beka sorunu üreten bir tavır sergilendiği değerlendirmesi çok yaygın ve ideolojik farklılıkları aşıyor. Kürt meselesinin artık Müslümanların elinden çıkıp devletin eline geçtiği fikri bunun uzantısı…

    Referandum bu arka plana oturuyor ve bir bütün olarak siyaseten önemsizleştiriliyor. Aslında Kürtlerin belirgin bir sistem tercihleri yok. Yeter ki demokratik olsun ve kimliksel eşitliği sağlasın. Ancak oylanacak olan anayasa değişikliğinin kuvvetler ‘hiyerarşisi’ yarattığı, yasama ve yargıyı yürütmenin ‘görev alanı’ olarak tanımladığı, buradan demokrasi çıkmayacağı düşünülüyor. Öte yandan sonuç ne çıkarsa çıksın hiçbir şeyin değişmeyeceği yargısı hemen herkese sinmiş durumda. Sonuçta bir dostumuzun söylediği üzere “Anayasa Kürtleri ilgilendirmiyor… Olay giderek bize uzak iki kanat arasındaki mücadele gibi…” Bunun da ardında daha karamsar bir tespit var: Bu mesele otuz yıldır çözülmüyorsa tek bir sebebi olabilir, istenmiyor…

    Yukarıda resmedilen ruh hali hem AK Partili hem PKK’lı Kürtlerin referandum gündemini dışlamalarına neden olmuş. Metropoll şirketinin ocak ortasında yaptığı son araştırmada Kürtlerin oyları yüzde 48’e 30 ‘Hayır’ lehinde. Kararsız veya cevapsız olanlar ise yüzde 22. Oysa kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlayanlarda bu oran yüzde 9.

    Metropoll bir ‘arka plan’ araştırması da yapıyor. Şöyle ki, insanlara tercihlerini sorduğunuzda size ideolojik tutumlarına ve o tutumdan ne denli emin olduklarına göre bir cevap veriyorlar. Ancak bu cevap onların seçim günü sandığa gidecekleri anlamına gelmiyor. Sandığa gitmeyi irdelemek için daha detaylı bir soru seti kullanmanız lazım ve elimizde o veriler de var. Buna göre 1 Kasım seçiminde oy verdikleri partileri temel aldığımızda, Kürt ve Zaza AK Parti’lilerin yüzde 25’i, CHP’lilerin yüzde 19’u ve HDP’lilerin de yüzde 31’i sandığa gitmeme eğilimi gösteriyor. Mesafeli duruşla ilgili bu ölçüm Kürtlerin geneline yayılan gözlemi, yani toplumun diğer kesimlerine ve Türkiye siyasetine yabancılaşma eğilimini doğruluyor.

    Referandum, Evet/Hayır tercihinden bağımsız olarak, taslağın içeriği ve hazırlanma yöntemi itibarıyla bugün ayrıştırmacı bir işlev de görüyor. Herhalde AK Parti’nin bu olumsuz ve tehlikeli ruh halini izale edecek bir kampanya yapması beklenir. Aksi halde sürenin sonuna doğru bu kopuş muhtemelen daha da keskinleşecektir.

  • CEO Samsunlu: İşçilerden özür diledim, haklıydılar

    3. Havalimanı gezimizde İGA CEO’su Kadri Samsunlu’yla sohbet ederken, geçen ayki işçi eylemleri de gündeme geldi. 
    Samsunlu’nun net ifadesi şu oldu:

    “İşçi arkadaşlarımdan özür diledim. Özür dilerim. Haklıydılar”

    Samsunlu böyle söyleyince hemen sorduk: “Madem haklıydılar bu sorunlar niye daha önce çözülmedi?”

    Samsunlu çok net olarak şöyle dedi: “Sorunlar varmış birikmiş ama benim haberim olmadı. Bunlar bana aksettirilmedi.” Peki sorunlar neydi?

    Samsunlu’nun söylediklerini aktarıyorum:

    “İlk olay servis meselesinden patladı. Burada 30 binin üzerinde arkadaşımız çalışıyor. Bize bağlı ve taşeronlara bağlı. Çalışanların servislere bindiği yerin üzeri kapalı olmadığı için yağmur altında kalıp ıslanmışlar. Haklılar mı? Haklılar. Üstelik de uzun süre beklemek zorunda kaldıkları için servis çileye dönüşmüş.

    Tabii bu kadar çok sayıda kişinin servis beklemesi ve aynı anda servise binmesi çok kolay değil. Biz de servis saatlerini değiştirmek istedik. Farklı gruplara, farklı saatler vererek. Ancak taşeronlar buna uyum sağlayamadı. Mesai alışkanlıkları vardı. Büyük oranda çözdük ama olan oldu”

    İkinci mesele yatakhanelerdeki tahtakuruları:

    “O da doğru. Yatakhanelerde tahtakurusu vardı. İnşaatın başından beri düzenli ilaçlama yapılmış ama arazinin ortasındayız ve böcek sorunu var. Düzenli ilaçlamaya rağmen oluyor. Burada bizim kusurumuz kadar işçi arkadaşlarımızın da kusuru var. Yatakhanelere gıda maddesi sokulmaması lazım. Bu konuda hep uyarılar yapılmış. Ancak yine de olmuş. Biz de dikkatli davranmamışız.

    Bana ulaşır ulaşmaz önlem aldık. Yatakhaneleri ve o sırada kullandıkları tüm giysileri aldık ve çok ağır bir ilaçlama yaptık. Ancak içeriye yiyecek sokulursa yine olur.”

    Kadri Samsunlu yemekhaneler konusunda da işçilere hak veriyor:

    “Bazı yerlerde yemeklerin kötü olduğu yazıldı. Yemekleri herkesin bildiği büyük bir yemek firmasından alıyoruz. Yemeklerin kalitesinde, lezzetinde bir sorun yok. Ben dahil yönetici arkadaşlarımız da aynı yemekhanelerde aynı yemeği yiyoruz. Yemekhanedeki mesele kuyruklar. Herkes aynı anda yemeğe gelince çok uzun kuyruklar oluyordu ve yemek paydosu sırasında sıra gelmiyordu. Onu da çözdük. Farklı zaman dilimlerine böldük ve servis imkanlarını arttırdık”

    Peki niye inşaatın tamamlanmasına kısa bir süre kala bu olaylar çıktı ve engellenemedi?

    Samsunlu’nun yanıtı şöyle oldu:

    “Bu kadar yoğun iş alanlarında her zaman sorunlar olabilir. Daha önce de belli sıkıntılar olmuş. O gün servis meselesinde aniden patlamış. Ve büyümüş. İlginç olan buradaki güvenliğe rağmen dışardan tellerden içeri girenler olmuş. Sonra jandarmaya haber verilince Jandarma sert müdahale etmiş. Biz de çok üzüldük o müdahale biçimine.”

    Burada Şeref Oğuz, “Jandarmanın elinde çekiç var ve bu yüzden sorunları çivi olarak görüyor. Gazla, copla müdahale ediyor” dedi.

    Şantiye alanında bir gerilim, bir sıkıntı görmedik.

    Umarım kalıcı bir sükûnettir.

  • Geleneksel haber değerleri

    “Haber değeri” gazeteciliğin temel kavramlarından biridir. Evrensel ölçekte bakıldığında kamu yararı, güncellik, sıradışılık, olumsuzluk/çatışma, merak, etki, şöhret gibi kriterler belirler “haber değeri”ni.

     Fakat bu kriterler medya kuruluşları ve gazetecilere göre, asıl olarak da ülkelere göre farklılıklar gösterir. Her ülkede yerleşik bir haber değerlendirmesi vardır. “Haber değeri” konusunda 12 kriter saptayan Norveçli araştırmacılar Johann Galtung ve Mari Ruge, bu kriterlerin “rutin haber anlayışı” ile ilintili olduğunu vurguluyor.

    Türkiye’de mesleğe başlayan her gazeteci önce bu “rutin haber anlayışı”nı öğrenir. Zamanla neyin haber değeri olduğunu gözü kapalı anlayacak hale gelir. Batılı anlamda haber değeri kavramının Türkiye’de geçmişte tam anlamıyla uygulandığını söyleyemem. Fakat son zamanlarda daha da geriye gittik, haber değeri algısında ciddi bir erozyon yaşanıyor. 

    Örneğin Kocaeli’nde bir babanın oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiği iddiası, –Ahmet Hakan’ın yazısı dışında- Hürriyet’te ve birçok gazetede yer almadı. Bunun üzerine altı okurdan “Haber değeri taşımadığını mı düşünüyorsunuz” eleştirisi geldi.

    Ünlü veya kamusal görevi olmayanların intiharları ve özellikle de yöntemin haber yapılmaması konusunda Hürriyet’te bir ilke kararı var. Ama “kriminal veya protesto niteliği taşıyan, toplumda geniş etki yaratan, iftiraları yalanlamak amacıyla yapılan intiharlar” istisnai hallerdir. Kocaeli’ndeki intihar da “ekonomideki dalgalanma” ya da “geçim sıkıntısı”ndan kaynaklandığı şüphesi olduğu için -iyi araştırmak kaydıyla- haber değeri taşır. İntiharı yazan gazeteci Ergün Demir’in gözaltına alınmasının Hürriyet’te yayımlanması da olayın öneminin ve haber değeri taşıdığının göstergesi aslında.

    “Medya endüstrisi” konulu incelemesiyle tanınan Doç. Dr. Gülseren Adaklı, “haber değeri”nin tartışmalı bir kavram olduğunu vurgularken, “Haber medyasında geleneksel haber değerleri üzerinden seçkinlerin sözü önemli kılınırken, seçkin olmayanlar sadece olumsuz bir olayın nesnesi olarak haber değeri kazanabiliyor, her zaman mağdur ya da tekinsiz özneler olarak resmediliyor” tespitinde bulunuyordu. Örnekte görüldüğü gibi, artık ‘seçkin olmayan bir kişi, negatif bir olay vesilesiyle bile’ haber olamıyor.

    Keşke bu günümüz medyasında tek örnek olsa. Haber değeri taşıdığı konusunda neredeyse tüm gazetecilerin görüş birliği sağlayacağı pek çok gelişme haber olamıyor. Tam tersine yayımlanan bazı metinlerde de haber değeri olmuyor. Aslına bakarsanız gazetecilerin “geleneksel haber değeri” anlayışı değişmedi, değişen gazetecilik koşulları. Galiba artık “haber değeri” yerine yeni bir kavramdan söz etmek gerek: “Yayım değeri.” Bu da Türkiye medyasının literatüre katkısı olacak ve ayrı bir yazı konusu… 

    KIYIKÖY AÇIKLAMALARI

    “KIYIKÖY’e hançer” haberinde “İstanbul’un Çatalca ilçesi Kıyıköy açıklarında balık üreme bölgesinde denizden yıllık 300 bin ton kum çekilmesi için ÇED başvurusuna valiliğin izin verdiği” belirtiliyordu.

    Ertesi gün İstanbul Valiliği tarafından, “Bir özel şirketin (Kumport A.Ş.) Çatalca açıklarında kum çıkarmak için yaptığı ÇED başvurusuna onay verildiği iddiası gerçek değildir” denildi. Kırklareli Valiliği de “Projenin ilimiz sınırlarındaki Kıyıköy beldesinde değil İstanbul sınırları içinde Çatalca ve Şile arasında kaldığı, proje tanıtım dosyasında sehven Kıyıköy yazıldığı” açıklaması yaptı.

    Sırayla gidelim, haberde “İstanbul Çatalca ilçesi Kıyıköy açıkları” yazılmasının nedeni, ÇED dosyasındaki bilgilerdi. Ama okurlar Erkan Gökçen ve A. Feridun Gündoğdu’nun uyardığı gibi, Kıyıköy’ün Çatalca ile ilgisi yok, Kırklareli sınırlarında.

    ÇED başvurusunun onaylanmadığı açıklaması ise doğru. Zaten haberde de “ÇED başvuru dosyasının kabul edildiği” yazılmıştı ama ilk sayfada “İzin verildi” diye yanlış ifade kullanılmıştı. En önemlisi, projenin “Çatalca açıklarında” olduğu açıklamasını doğrulayan başka veri olmaması. ÇED başvurusundaki oşinografi raporu ve haritalar ise “Kıyıköy açıklarını” (Kıyıköy ile Çilingöz evleri arası) işaret ediyor. Hatta balık üreme alanları olduğu balık türleriyle birlikte ayrıntılı olarak yazılmış rapora. 

    OKURDAN KISA KISA

    M. Kaçmaz/ T. Ayhan/ E. Kır/ D. Aşçı/ G. Sırakaya/ Ö. Öztürk/ M. Demir: “DEAŞ’ın seks kölesi Feride evlendi” başlığı karşısında dehşete düştüm. Bir kadın ne yaşarsa yaşasın böyle küçük düşürücü başlıkla haber yapmamalıydınız. Zulümden kurtulup yeni bir hayata atılan bir insana eskileri hatırlatacak şekilde haber yapmanız yanlış. (2 Ekim)

    M.Selami Akkan: “Çingene kızı” parçalarının geleceğini Özgen Acar, 27 Eylül’de Cumhuriyet’te yazmıştı. Bugün Hürriyet’te çıkan “Çingene kızı’na müjde’ haberi yeni değil. (2 Ekim)

    Not: İki haber aynı değil. Cumhuriyet’te “Fatma Şahin’in, mozaikleri New York’ta bulunan Erdoğan’ın uçağıyla getireceği” yazılmıştı. Hürriyet ise Şahin’in bu ay sonunda mozaikleri getireceği bilgisini veriyordu.

    Fatma Aydoğdu: “Sosyal medya ünlülerine gözaltı” haberindeki “Pucca ve Burry Soprano’nun adreslerinde uyuşturucu ele geçirildiği bildirildi” cümlesi yanlış. Ayrıca “uyuşturucu kullanmayı özendirici yayınlar yapan fenomenler” demişsiniz. Suçlu oldukları karar vermek yerine iddia deseydiniz. (2 Ekim)

  • Arda Turan ve ‘adamlık’ meselesi

    Okurken çok utandığım, ayrıntıları öğrendikçe hayretler içinde kaldığım Arda Turan’ın bar kavgası meselesinde tam da yazılarımda bahsettiğim erkek tahakkümcü ve cinsiyetçi zihniyetin en kristalize, en yontulmamış hali var. 1 hafta içinde bir yanda İsmail Küçükkaya hadisesi öbür tarafta Arda Turan olayı aslında biz Türkiye kadınlarına çok şey öğretiyor: Kadın meselesini her türlü siyasetin üzerinde görmeliyiz ve ister Atatürkçülük ister iktidarcılık maskesine saklansın, her türlü cinsiyetçi ideolojiye karşı çıkmalıyız. Biz kadınları yine biz kadınlar kurtaracağız…

    Ben futboldan hiç anlamam ancak bundan birkaç sene önce Barcelona’ya gittiğimde karşılaştığım Arda Turan sevgisini düşününce geldiği nokta hakikaten zirveden dibe. Yazık!

    HAYATTAKİ EN YÜKSEK MERTEBE

    Bu tartışmada yozlaşma, kendine her şeyi mübah görme, evli bir kadına sarkıntılık etme gibi rahatsız edici unsurların yanı sıra beni bunlardan da çok irkilten “erkekliği kutsama” mantığı da var. Hayattaki en yüksek mertebe bu erkek kafasına göre “adam olma” mertebesi. Arda Turan kendine “adam” sıfatını layık görerek savunmaya çalışıyor, Arda’nın yanlış yaptığını söyleyenler ise onu “adam olmadığı” gerekçesiyle suçluyor.

    Bu ülkedeki yaygın cinsiyetçi ve erkek-egemen zihniyeti bundan daha iyi anlatan bir kavga olamaz diye düşünüyorum. Hamile karısını evde bırakıp gece kulübüne gitmemek adamlıkmış ve Arda adamlığı ihlal etmiş! Kulüpte çirkin bir üslupla kadınlara sarkmamak da adamlıkmış. Prensip sahibi olmak, ahlaklı olmak, erdemli olmak kavramları yerine “Adam Olmak” diye erkekleri kutsayan bir dil kullanılıyor herkes tarafından. Vay halimize sevgili kadın okurlarım…

  • Bağışıklığa güç kuvvet

     Sülfür ve allisin zengini besinler: Soğan, sarımsak, lahana, karnabahar…

     C vitamini deposu gıdalar: Turunçgiller, kivi, yeşilbiber, yeşilliklerin tamamı…

     Her türlü baharat: En başta zerdeçal, karabiber, kırmızıbiber…

     Taze ve kurutulmuş mantar: Özellikle tazesi öneriliyor. Ama “güvenlik” konusuna dikkat şart.

     Mayalar: Bira mayası gibi besleyici mayalar ilk sırayı alıyor.

     Probiyotik zengini ürünler: Turşular, sirkeler, yoğurt-peynir, kefir, boza, tarhana, şalgam, humus en önemlileri.

     Protein zengini gıdalar: Kırmızı et, tavuk, hindi, balık, yumurta, süt, bakliyat, çekirdekler…

    TAKVİYELERİN 2018 KARNESİ

    – Nezlenizi, gribinizi daha çabuk atlatmak için eczacınızın kapısını çaldığınızda bağışıklık takviyesi seçerken nasıl bir strateji izleyeceksiniz? Hangi takviyelere öncelik vereceksiniz? İşte o takviyelerin bana göre 2018 kışı için “yıldızlı karnesi”:

    – N-Asetil sistein (****)

    – C vitamini (****)

    – Pellargonium sidoides (umclaoba) (****)

    – Probiyotikler (****)

    – Sambucus nigra (***)

    – Beta glukan (**)

    BEDAVA BİR DESTEK: EGZERSİZ

    – Bağışıklığa destek veren doğal yöntemlerden biri de her gün düzenli aerobik yapmaktır. Yürümek, ip atlamak, dans etmek, fark etmiyor; egzersizin her türlüsü kısa süreli bile olsa bağışıklık sisteminizi harekete geçiriyor. Kısa bir tempolu yürüyüş bile dolaşımınızdaki bağışıklık hücrelerinin sayısını anında ve hızla arttırıyor. Egzersiz ağız–boğaz–burun bölgesindeki IgA isimli bağışıklık cisimciğinin miktarını çoğaltarak da sizi üst solunum yolu enfeksiyonlarından koruyor.

    AYAKTA KAL HAYATTA KAL!

    -Fırsatbuldukça yürüyün. Süreyi çok kafanıza takmayın. Tabii ki “fayda” süre uzadıkça artıyor ama 10-20-30 dakika fark etmiyor, yürümenin her dozu bedene iyi geliyor.

    – Yürümeye zamanınız yoksa oda içinde tur atmalısınız. Zira 30 dakikadan daha fazla oturmak yasak! 30 dakikadan sonra kalça kaslarında insülin direnci başlıyor.

    – Saat başı 5 dakikalık ofis içi yürümeniz de bile işe yarıyor.

    – Yürümeyi sevmeyenlere günde 4-5 kez 10-20 tekrarlı çömelme egzersizi de yetiyor.

    – Ayakta durmanız bile oturmanızdan daha çok faydalı. İşyerinde günde 3 saat ayakta durmanın yılda fazladan 30 bin kalori yakmaya yol açtığı (yaklaşık 3-3.5 kilo kaybı) hesaplanmış.

    – İşyerindeki 5-10 basamaklık merdiven kullanımlarınız bile bedeniniz tarafından “egzersiz faydası” olarak kabul edilip anında kayda geçiyor.

    PROBİYOTİKLE ÖNLENİR

    – Bağırsaklarınızda probiyotik gücünüz ne kadar kuvvetli ise o kadar az nezleye yakalanırsınız. Eğer güçlü bir probiyotik rezerviniz varsa nezleye paçanızı kaptırsanız bile çabuk ve hafif atlatırsınız. Bazı probiyotiklerin bu konuda daha maharetli olabileceklerini kanıtlayan pek çok ciddi yayın var. Benim tercihim L. plantarum ve L. paracasei ile B. longum’dan yanadır. Zira bu üçlünün özellikle nezle, grip ve benzeri üst solunum yolu enfeksiyonlarına karşı güçlü bir bağışıklık sağlayabildiklerini gösteren güvenilir kanıtlar var.

     

  • Bu işin altında bir bit yeniği var!

    Birkaç gün önce İstanbul’da Hollywood yapımı casusluk filmlerini aratmayan enteresan bir kayıp olayı yaşandı…

    Mutlaka haberiniz olmuştur meseleden ama bir kez daha kısa bir özet yapayım.

    Bir süredir ABD’de yaşayan ve Suudi Arabistan’daki yönetime muhalifliği ile tanınan Cemal Kaşıkçı adlı Suudi gazeteci İstanbul’a geliyor ve nikah evrakları için geçtiğimiz Salı günü öğlen saatlerinde nişanlısıyla birlikte saat 13.00’te İstanbul Levent’teki Suudi Arabistan konsolosluk binasının önüne gidiyor.

    Ve binadan içeri girmeden önce de adının Hatice olduğu bilinen nişanlısına saat 16.00’ya kadar çıkmaması durumunda konuyu hemen AK Parti Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve Türk Arap Medya Derneği’ne haber vermesini tembih ediyor.

    Nişanlısı da Cemal Kaşıkçı’nın verdiği saatte dışarı çıkmaması üzerine durumu kendisine verilen isimlere bildiriyor. (Tabii bu arada nişanlısının akıbetini öğrenmek için konsolosluk kapısındakilere soruyor ve aldığı cevap; “O zaten çıkmış, burada beklemenize gerek yok” şeklinde oluyor.)

    Uzatmayayım…

    Türk yetkililer konu üzerinde büyük hassasiyet gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yakın takipte. Ve Sözcü İbrahim Kalın çok açık biçimde Suudi gazetecinin hâlâ binada olduğuna inandıklarını ifade etti.

    Yazıyı yazmadan hemen önce Amerikan merkezli Washington Post gazetesi yazarı da olan Kaşıkçı’yla ilgili son durumu kontrol ettim ve gördüm ki Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki temsilciliğinden bir açıklama yapılmıştı. Suudi Haber Ajansı aracılığıyla yapılan açıklamada, “Diplomatlarımız, Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluk binasını terk ettikten sonra kayboluşunun koşullarını araştırmak için yerel Türk yetkililerle birlikte çalışıyor” denilmişti.

    Ancak bu kesinlikle doğru değil çünkü bu açıklama üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki polis kaynaklarımı aradım. Mobese kayıtları ve çevredeki güvenlik kameralarının yaptığı kayıtlar izlenmiş. Kesin olarak Kaşıkçı’nın binaya girerken kamera görüntülerinin ellerinde olduğu ancak çıkış görüntüsü olmadığı bilgisine ulaştım.

    MİT İstanbul Bölge Başkanlığı da 3 ayrı tim kurarak olayı araştırıyor. Tamamı Arapça bilen ekiplerin inceledikleri kamera kayıtları ve diğer verilere göre de Kaşıkçı’nın binadan çıkışına dair herhangi bir iz yok.  

    Nişanlısına göre Kaşıkçı büyük bir ihtimalle binadan gizlice çıkarılmış ve yurt dışına kaçırılmış ama görüştüğüm polis kaynaklarım bunun da doğru olduğuna pek ihtimal vermiyor. Çünkü her türlü önlemin alındığını, ölü veya diri Kaşıkçı’nın yurt dışına çıkışının pek mümkün olmadığını söylüyor.

    Dolayısıyla durum acayip karışık, karmaşık.

    Aslında daha çok şey var bilgi olarak bendenizde ama konu çok hassas ve spesifik olduğu için şu an paylaşmam doğru değil.

    Oldukça tuhaf bulduğum bu olayı takipte olacağım ve izlemeye devam edeceğim ama bugünlük konuyu kapatmadan şunu söyleyeyim: Bu iş can sıkıcı ve bence ABD’li bir gazetenin yazarı da olan Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye sınırları içerisinde bu şekilde ortadan yok oluşu ülke olarak bizim başımızı epeyce ağrıtacak gibi geliyor.

    ***

    Teşekkürler Ahmet Kekeç…

    Kendimi bildim bileli muhatap olmak zorunda kaldığım ve canımı çok sıkan Aleviliğin ve Alevilerin aşağılanması konusunun zırcahil bir öğretmenin din dersinde saçmaladıkları nedeniyle gündeme gelmesi üzerine önceki gün minik bir serzenişte bulunmuş ve özellikle muhafazakar camianın dikkatle takip ettiği kalemlerden bu konuyu gündeme almalarının çok daha isabetli olacağını söylemiştim.

    Ricam duyuldu ve söz konusu yazımda özellikle adını zikrettiğim Ahmet Kekeç konuyla ilgili harika bir yazı kaleme aldı.

    Kendisine çok teşekkür ediyorum sesime ses verdiği ve okurlarına en güzel tonda ve ifadelerle Alevilikle ilgili bu saçmalıkların artık son bulması gerektiğini yazdığı için.

    Minnettarım ancak bu arada aşçılığıma, yemeklerime yaptığı o güzel övgülerin ve, “Mutlaka Sevilay’ın yemeklerinin tadına bakın!” şeklinde telkinlerinin başıma büyük iş açtığını da belirtmek isterim. Sağ olsun Kekeç’in sayesinde o kadar çok “Bize ne zaman aşçılık hünerlerini sergileyeceksin” mesajı aldım ki galiba önümüzdeki birkaç ayım evde misafir ağırlamakla geçecek.

    ***

    Doktorlara şiddet ne zaman bitecek?

    Artık o kadar çok sık oluyor ki, o kadar fazla önümüze geliyor ki bu konu gerçekten yeter artık dememek işten bile değil!

    Hemen her gün memleketin dört bir yanından canımızı emanet ettiğimiz doktorlara yapılan saldırı haberleri ile karşı karşıya kalıyoruz.

    Son olay İstanbul Bahçelievler’de özel bir hastanede meydana geldi. Psikiyatri uzmanı olarak görev yapan Fikret Hacıosman 18 yaşındaki hastası tarafından silahla vurularak öldürüldü.

    Allah ailesine sabır versin. Gerçekten çok dramatik bir ölüm ve bu noktada ne desek de boş, ne desek de acılarını dindirmek mümkün değil.

    Temennim bir daha böyle bir olayın yaşanmaması ancak biliyoruz ki yaşanmaya devam edecek.

    Çünkü sanırım bu konuda alınan önlemler pek yeterli değil.

    Uzmanlık alanım değil. Dolayısıyla bilmiyorum daha fazla ne yapılabilir, sağlık çalışanlarına saldırıların yaşanmaması adına nasıl tedbirler alınabilir ama birilerinin bu konuda artık ciddi anlamda bir şeyler yapması kaçınılmaz.

    Özellikle kırsal bölgelerdeki devlet hastanelerinde, binbir güçlükle görev yapan sağlık çalışanlarının çok büyük riskler altında görev yaptıkları dikkate alınmalı ve buna göre formüller geliştirilmeli.

    Kendisi de bir doktor olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Doktor Hacıosman’ın katli üzerine yaptığı açıklamaları çok samimi buldum.

    Yapıcı ve umut verici.

    İnşallah bu samimiyeti devam eder Sayın Koca’nın ve bugüne kadar pek aldırış edilmediği için katlanarak büyüyen “Sağlık çalışanlarına şiddet” sorununun çözümü konusunda köklü ve kalıcı bir anlayışın gelmesine önayak olur.

  • Kaşıkçı’nın “ölümünde” Prens iddiası

    Tarihteki en ilginç, en barbar, en karanlık cinayetlerden biri hiç kuşkusuz Cemal Kaşıkçı cinayeti. Ben cuma günü bu işten çok tuhaf kokular aldığımı yazmıştım. O günden beri tahminimin çok ötesinde bir gelişme yaşandı. Kaşıkçı kendi vatandaşı olduğu Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürüldü.

    Dünden beri konu ile ilgili birçok şey söyleniyor. Bizdeki basından daha çok, dünya basınında üstelik. El Cezire, CNN International, Washington Post… Her yerde Kaşıkçı ilk haberlerden biri. Nasıl olmasın ki? İşin içinde her türlü ilgi çekici ve soru işareti doğuran ayrıntı var. Kaşıkçı’nın ABD’de oturum izninin olması, Washington Post yazarı kimliği, Veliaht Prens’e yönelik muhalif tutumu, bu iş için Türkiye’nin seçilmesi…

    Tarihte bir konsoloslukta cinayet işlenmesi, hem de bu kadar dikkat çekici bir ismin yok edilmesi ve üzerinin örtülmeye çalışılması… Böyle bir örnek yok! Hollywood 5 film çıkarabilir son 5 gündeki gelişmelerden!

    Farklı kaynaklardan teyit ederek edindiğim bilgilerle tabloyu size özetleyeyim: Kaşıkçı konsoloslukta öldürüldü. Ancak bedeninin nerede olduğu henüz bilinmiyor. Konsoloslukta olmadığı değerlendiriliyor.

    Ekim’in 1’inde, yani Kaşıkçı’nın konsolosluktaki randevusundan bir gün önce Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye gelen 15 kişinin içinde Veliaht Prens’in yakın çevresinden isimler var. Cinayeti bu 15 kişilik timin işlediği üzerinde duruluyor. Aynı ekip, Kaşıkçı’nın kaybolduğu, yani öldüğü gün Suudi Arabistan’a döndü.

    Şimdi Türkiye bu bağlantıyı ortaya detaylarıyla çıkarabilmek için bir çalışma yürütüyor. Haberi alan ilk kişi olan AK Parti Genel Başkan Danışmanı Prof. Dr. Yasin Aktay ilk dakikadan itibaren gerekli yerleri bilgilendirdi ve alarm seviyesine geçirdi. MİT ve Emniyet büyük bir titizlikle olayı inceliyor. Bütün kamera kayıtları, giriş çıkışlar inceleniyor, çapraz taramalar yapılıyor. Bu ekip Kaşıkçı’nın bedenini de yanlarında Suudi Arabistan’a götürmüş olabilir. Diplomatik olunca alanda aranmıyorlar, dolayısıyla bavulların içinde ünlü gazeteci cansız bir halde Türkiye dışına çıkarılmış olabilir.

    SELMAN KORKUSUNDAN YATTA YAŞIYOR

    Peki böyle vahşi bir cinayeti, dünyanın gözünün önünde, barbar ve karanlık bir devlet olduğunu kanıtlamak istercesine neden işledi Suudi Arabistan? Bunun cevabı için Veliaht Prens Selman’ın ülkesindeki pozisyonuna ve orada yaşanan gelişmelere bakmamız gerek…

    Selman, kendine muhalif gördüğü isimleri ya tutukluyor ya da yok ediyor. Suudi Arabistan kapalı bir ülke olduğu için birçok bilgi dışarı sızmıyor ancak ülkesinde yüzlerce ismin Kaşıkçı’nın kaderini paylaştığını söyleyebiliriz.

    Veliaht Prens, muhalifleri tarafından saldırıya uğramak ya da öldürülmekten öyle çok korkuyor ki, her an kaçmaya hazır bir şekilde, benzini ağzına kadar dolu dev bir yatta yaşıyor.

    Peki Türkiye ve ABD başta olmak üzere dünyanın tepkisini çekeceğini bile bile Kaşıkçı’yı neden öldürdü?

    “Kendi sınırlarım dışında, üstelik ABD’de yerleşim izni olan ve Batı medyasında yazan uluslararası bir ismi dahi benim muhalifimse yok ederim” mesajı vermek ve ülkesindeki düşmanlarına korku salmak için.

    Bu hedef dış dünyanın tepkisinden çok daha önemli görünüyor. Zira Suudi Arabistan demek dünyanın petrolü demek. Bunun verdiği özgüvenle, Aramco’nun da halka arz edilmesinin sağlayacağı rantın cazibesine güvenerek Kaşıkçı’nın ölümünün başını ağrıtmayacağını düşünmüş olmalı.

    ***

    O öğretmeni görevden almak yetmez!

    Geçtiğimiz hafta üst üste birçok gelişme olduğu için yazmak istediğim bir konuya istediğim vakti ve yeri ayıramadım. Yeterince önemli bulmadığım için değil, aksine bence Türkiye’deki en önemli ve derin fay hattı bu konu.

    Tahmin etmişsinizdir, Arnavutköy’deki bir ortaokulda din öğretmeninin “Alevilerin yemeği yenmez” demesinden bahsediyorum. Sevilay (Yılman) bu olayın üzerinde ciddiyetle durdu ve haklı olarak yeterince gündeme gelmemesinden yakındı.

    Yaşanan hadise çok çok vahim. O öğretmenin sözü salt cehaletle açıklanamayacak, toplumda uydurma birtakım lafların hala yerleşik olduğunu da gösteren son derece üzücü bir tabloya işaret ediyor. Maalesef Alevi vatandaşlarımız halen bu tip ayrımcı zihniyetlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. Toplumda bir gerginlik, bu eksende bir kutuplaşma söz konusu değil ancak hala o ikilik özellikle Anadolu’da sürüyor.

    Son yıllarda, devlet tarafından cumhuriyet tarihi boyunca ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş kesimler, özellikle de muhafazakârlar, kendilerini merkeze daha yakın hisseder olsalar da Alevi vatandaşlarımız için durum pek değişmedi. Bence AK Parti hükümetlerinin en eksik kaldığı alan burası oldu.

    Adımlar atılmaya çalışıldı ancak sonuçlanmadı. Gerekçe olarak Alevi toplumunun içindeki ayrışma gösterilse de ben bunun bahane olamayacağını düşünüyorum.

    TCK 216’YA GİRER

    Böyle hassas bir kesimden bahsediyoruz. Bu nedenle o öğretmenin sözü salt cehalet, densizlik değildir. Böyle söylemek olayı hafifletmektir. Bu, nefret söylemi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir söz. Bu ve benzeri sözler ifade özgürlüğü olarak değerlendirilemez. O öğretmenin görevden alınması yeterli değil. Söylediği, TCK’nın 216. Maddesi olan “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik ve Aşağılama” kapsamına girer.

  • Şahitler arasında…

    Neredeyse yarım asırdır evrende yalnız olmadığımız ve başka dünyaların, toplum ve canlıların olduğuna dair birçok şey yazılıp çizildi; hipotezler, varsayımlar, filmler, belgeseller yapıldı. Bu âlemlerle irtibat kurmak veya başka varlıkların bizimle haberleşmeye geçmeleri konusunda da senaryolar, bilimsel veya afaki türlü türlü fikirler ortaya atıldı ve atılmakta.

    İnsanın araştırması, evren, kâinat başta olmak üzere yeni fikirlere açık olarak zihinle, akılla bu işlere kafa yorması pek güzel ve tabii ki insanca bir merak, gayret. Bunları hafife almak, beyhude görmek, bilimsel çalışmaları önemsememek, aklı başında hiçbir kimsenin davranış şekli olamaz. Fikirler, çalışmalar teşvik edilmeli. Ama insan bazı şeyleri düşünmeden ve resmi başka bir açıdan görmeden de edemiyor.

    İnsan evrende başka varlıkların olduğuna bu kadar merakla kafa yorarken yaşadığı dünyada niçin bu kadar yalnız kalıyor? Ve hayatındaki her şeyin ona adeta “şahitlik” edercesine yakın olduğunu ve onu devamlı gözlediğini niçin fark edemiyor?

    ELİ VE AYAĞI KİŞİNİN YAPTIKLARINI BİR BİR SAYIP DÖKECEK

    Hayatının her anında bu âleme şöyle veya böyle bir “iz” bırakan, ayrıca kendi parmak iziyle milyonlarca kişi arasından seçilen, bulunan insan; bu evrenin sadece dini açıdan değil, “fiziki” maddi açıdan bile kendisine şahit olduğunu acaba niçin hiç düşünmüyor? Her şeyi merak eden birinin en azından biraz olsun buna da zihin ve akıl yorması icap etmiyor mu sizce?

    Siz bunları düşünedurun, biz inanç dünyamızdan kendi yaşadığımız dünyaya şöyle bir bakalım. Evet, âlemde her şey bize bakmakta, kayıtlarımız arşivlenmekte, tüm mevcudat belki gafil insan hariç hepsi bizlere şahitlik yapmakta. Hatta insanın kendi bedeni, eli ayağı bile bu şahitler arasında. “Eşya” yani cümle “şeyler” insanın fotoğrafını çekmekte. Bunların bir kısmı bu dünyada da kendini göstermekte. Olay mahallindeki bir kıl, bir deri döküntüsü bile vakanın çözümü için bazen delil teşkil ediyorken, tüm vakaların ortaya dökülüp hesap alınacağı günde Allah Teâlâ’nın “olay inceleme” ekiplerinin işini iyi yapmayacağını düşünmüyoruz herhalde

    İnsan bu şahitlik meselesinde en başı çeken kimsedir.

    Hem başkaları için bu şahitlik geçerli olacak, hem de insan bizzat kendisi için aleyhte şahit bile olacaktır. Birçok ayet-i kerimede insanın elinin, ayağının kişinin yaptıklarını, yaşadıklarını, gördüklerini bir bir sayıp dökecek olduğunu, o hesap gününde insanın aleyhine şahit olarak yine kendisinin bulunacağını ve hayatındaki tüm insani iliş- kilerin ve diğer yaratılmış zaman, mekân ve âlemle irtibatının her safhasının incelemeye tabi tutulacağını, “zerre” kadar her şeyin bu ölçü ve hesapta lehte veya aleyhte rol oynayacağını görmekte ve öğrenmekteyiz.

    Maddi hayatıyla fiziki olarak her yere iz bırakan insan, manevi hayatıyla hiçbir iz bırakmadan öylece yaşayıp, ölüp gidecek mi sanılıyor? Kaldı ki bizler birçok şeyin manevi değer ve hatıralarıyla bu âlemde kıymetini ölçmüyor muyuz?

    Mesela herhangi bir beş kuruşluk kalem, önemli bir antlaşmanın veya şöhretli bir kimsenin şahitliğini yapmışsa o kalemi müzelere kaldıran, müzayedelerde binlerce paraya satan bizler değil miyiz? Eşya, görülen âlem bizim yüklediğimiz veya yüklendiği, taşıdığını “mana” ile çok farklı değerlere sahip olmuyor mu?

    Baba, anne, çocuk, dede, nine, patron, işçi, memur, asker, lider, arkadaş gibi binlerce tanıdığımız, bildiğimiz insanlar hep taşıdıkları bu manayla değerlendirilmiyor mu?

    Peki günün birinde bu gördüğümüz maddenin ardına saklanmış manalar kendi esas yüzleri ve şahitlikleriyle ortaya çıkmayacak mı zannediliyor? Kıyamet ne? Ahiret ne? Akıbet ne? Ölümden sonra diriliş ve ebedi hayat ne? En önemlisi biz “şahitlik” için getirildiğimiz dünyada nelere şahit olduk, gördük ve neler bize nasıl şahitlik etti, nasıl görüldük?

    Bu sualin cevabı meçhul mü kalacak? Asla… En azından mü’minler olarak buna “Tabii ki meçhul kalmayacak” cevabını veriyoruz, vermeliyiz. Ama bu bizde bilinç haline gelip ahlak, ibadet ve güzellik olarak ne zaman ortaya çıkacak? Başkası değil kendimiz bu inanca ne zaman şahitlik yapacağız? Zaman kısa, etrafımız şahitlerle dolu, gözünü açmış dünya ve bu âlem bizi seyretmekte… Allah Teâlâ’ya şahitlik etmek için imanla yaşayacak kulu; kendi yaşadığı âlem; merak, iştiyak ve heyecanla beklemekte… Bunca şahit arasında biz kendi şehadet ve görmemiz için ne kadar gayret sarf etmekteyiz?

    Görmek için ışık nasıl bir ihtiyaçsa, bu şahitlik için de kalpteki “iman nuru” şarttır.

    Gördüğümüzü doğru anlamak için nasıl akıl melekesi ve berrak, bozulmamış duygulara ihtiyaç varsa; kalbin Kuran-ı Kerim’in, dinin aklına müracaatı lazımdır. İnsanın gördüklerinin kendi hayatına katkı sağlaması nasıl gerekliyse; bu nur ve ilahi aklı Hazret-i Resulullah Efendimiz’in (SAS) ahlakıyla birleştirerek insanca yaşamayı ve şahitliği bu âlemde başarabilmek için çalışmak lazımdır.

    “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhû ve rasuluhû” şehadet sözünü sadece dine girmek için bir söz zannetmek ve sözle asıl âleme kayıt ve giriş yaptığımızı unutmak, galiba bu âlemdeki “şahitler arasında” geçen hayatımızın en gafil alanını oluşturuyor.

    Ak delikleri, kara delikleri, “Koskoca evrende yalnız olamayız, elbette birileri var, arayalım bulalım arkadaşlar!” diyerek canla başla çalışanları, uzayın bükülmesini, paralel evrenleri, dikeyleri, yatayları keşfetmeye çalışanları biliyor ve bunlara yer yer şahit oluyoruz da; hâlâ cennet gibi hayat ve ebedi saadete götüren inanç için şu nefsini adam etmeye çalışan, kendi âlemi içerisinde kendi cevherini bulan insanlara niçin bir türlü şehadet edemiyor ve göremiyoruz sizce? Acaba var da biz mi bu sahadan uzak olduğumuz için kendi âlemimizdeki bu kimseleri ve esas “canlıları” göremiyoruz?

    Tüm şahitler elbet Allah’ın (CC) huzuruna getirilecek, her şey kayıtla, şahitle ortaya konacaktır. Kuran-ı Kerim ve Resulullah (SAS) bu âlemin ümmetine en baş şahit olarak dinlenecek ve hüküm; ilahi adalet ve merhamete sevk edilecektir. “Nereden biliyorsun bütün bunları?” diyenlere ise “Bana inanmıyorsanız şahitlere sorun, onlar anlatsın” demek yeterli olacaktır. Allah Teâlâ’ya emanet olunuz… Vesselam