Kategori: Genel

  • Kuruluş Hakkında

    Gerçekler bize muhtaç değil, bugün değilse yarın mutlaka ortaya çıkar. Amacımız yalnızca yarını bugüne taşıyan bir habercilik. Basının sansür, tutuklama ve şiddetin hedefi olduğu günlerin dünde kalması için gazetecilikte ısrar ediyor, gerçeği sırtımızda taşıyoruz. Ancak bir arada başarabileceğimizi biliyoruz. Gerçeği topluma ulaştırmak için çalışkan olmanın sözünü veriyoruz.

    İlkeler

    Çıktığımız yolda gazetecilik ilkelerine ve topluma karşı sorumluluklarımızın bilincindeyiz:.

    Odak Haber,

    . İnsan hak ve özgürlüklerine saygı duyar

    . Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet farkı gözetmeksizin toplumsal farklılıklara saygı duyar

    . Toplumun doğru haber alma hakkını sonuna kadar savunur

    . Gazetecilik etiğinden taviz vermez

    . Basın özgürlüğünü savunur, sansüre karşı mücadele eder.

  • “McKinsey” yeni sistemin hikayesine uymadı

    ‘Yeni Ekonomik Program’ kapsamında maliyetleri düşürmek ve gelirleri artırmak için kurulması öngörülen Kamu Maliyesi Dönüşüm ve Değişim Ofisi’nin çalışmaları için dünyanın önde gelen danışmanlık firması McKinsey ile anlaşma sağlanması tartışmaların odağına oturmuş, Meral Akşener’den Kemal Kılıçdaroğlu’na; ekonomi yazarı Uğur Gürses’ten, muhafazakar dindar mahallenin ağabeylerinden biri olarak kabul edilen Abdurrahman Dilipak’a kadar birçok kişi söz konusu ilişkiye olumsuz yaklaşmıştı. Kritik nokta, az önce de hatırlattığım gibi, itirazların sadece muhalefet cephesinden gelmemesi, AK Parti tabanının da kafasının karışmış olmasıydı. Düyunu Umumiye yakıştırmalarından, mandacılığa varana dek her negatif itham sıralandı. Buna rağmen korku dağları bekler fazında yaşayan kişiler dahi, konu aleyhinde sosyal medya paylaşımı yapmaktan geri durmadı.

    Derken, cumartesi günü öğlen sularında başka bir şey oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerek gördüğünde diskur ve tavır değiştirmekten çekinmediğini bir kez daha gösterdi. McKinsey meselesini ‘bitirirken’ aynen şunları söyledi: “Geçen bütün bakan arkadaşlarıma söyledim, bunlardan fikri danışmanlık hizmeti de almayacaksınız dedim. Hiç gerek yok, biz bize yeteriz.”

    Doğruya doğru, McKinsey’den AB’ye ilk başvuru sürecinde, bankacılık ve özelleştirme alanında, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesindeki 8 bankanın satış stratejileri için; ayrıca TRT’nin yeniden yapılandırılması konusunda, daha önce de defalarca hizmet alımı yapıldı.

    Ama bu seferki farklıydı, ilk ilan ediliş anından itibaren bu kez kapsamın çok geniş olduğu hemen herkesin gözüne çarptı. FETÖ ve PKK ile mücadelenin gerçekleştiği, ülkeyi korumanın sadece fiziksel sınırları korumaktan ibaret olmadığının bilindiği, ‘devlet sırları’nın, devlet verilerinin güvenliği konusunun da ‘muhafaza’ya dahil olduğunun görüldüğü bir dönemde, ‘yapılandırma’ anlamına gelecek evsaflı bir ‘gözetim’ işinin ABD merkezli firmaya verilmesi pek tutarlı bir tutum gibi görünmüyordu. Zira, 16 Nisan referandumu sürecinde cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ‘daha yerli ve milli politikaları’ uygulamayı mümkün kılacağı vaadiyle yürütülen bir kampanya vardı ve bu kampanyanın hikayesi, ‘dış müdahalelere karşı korunaklı, bağımsız ve yerli bir devlet yapılanması’ kurmak için sistemin değişmesi gerektiğini vurguluyordu. McKinsey’in şartları ile yeni sistemin hikayesi arasındaki uyuşmazlık barizdi.

    Peki nasıl oldu da anlaşma bu safhaya kadar gelebildi? Asıl çizgi ‘Biz bize yeteriz’ ise eğer, neden ilan edildi ve niyet anlaşması aşamasına kadar gelindi?

    İlk akla gelen ‘Acaba Erdoğan yapılacak anlaşmanın detayları, McKinsey’in şartları hakkında yeterince bilgilendirilmedi mi?’ sorusu.

    İkinci akla gelen ise, Erdoğan’ın küresel piyasalar açısından güvenilirlik testi anlamını taşıyan ve dış yatırım çekmeyi kolaylaştıran projenin mümkünlüğüne aklının yatması ama muhalefetiyle muhafazakarıyla her kesimden gelen majör tepki nedeniyle politika değiştirmeyi tercih etmesi olasılığı. Agoranın nabzının küresel taleplerden üstün tutulması her zaman iyi bir şey olmayabilir, o ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak Erdoğan yapılan politikaların, seçilen yolların ‘yerlilik ve millilik’ düsturuyla çatışma görüntüsü vermesinden mütevellit tansiyon yükselişini ‘belirleyici’ ve ‘yön tayin edici’ bir faktör olarak görmüş olabilir. Bu ihtimalde söylenilecek olan bellidir: Erdoğan, sokakla, halkın hassasiyetleri ile senkronize olmakta hiç zorluk çekmeyen bir siyasetçi olarak; yerel seçim öncesi AK Parti tabanında kafa karışıklığına sebep olabilecek bir karamsarlığı önlemiştir.

    BAHÇELİ’NİN ZOR GÜNÜ

    Her hâlükârda bu politika değişikliğinden en büyük zararı Devlet Bahçeli görmüş oldu. Çünkü hiç beklenmedik biçimde, McKinsey meselesini Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’tan bile daha çok savunmuş olan tek siyasetçi, milliyetçiliği tartışma götürmeyecek kadar kesif olan Devlet Bahçeli’ydi. Anlaşmanın tutarlı, gerekli ve meşru olduğunu ispat etmeye çalışan çok sayıda tweet attı.

    Anlaşmaya ilk itiraz eden siyasetçinin İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener olduğu düşünülürse, durumun vahameti daha net anlaşılır.

    Ancak elbette Bahçeli mazurdur. Yaptığı her doğru ve yanlış, özünde tek bir hedefe yönelik: İttifakı ayakta tutmak. Erdoğan’ın McKinsey işini rafa kaldırdığı konuşmanın içeriğinde ‘Devlet Bahçeli’ye özel olarak teşekkür etmesi de Bahçeli’nin düştüğü kırılgan durumu tamir ve telafi etmeye yönelik bir jestti. Ama nasıl derler, olan oldu bir kere.

  • Kendi yağımızla kavrulma dönemi neden gelecek yıl da sürecek?

    MF yayımladığı Küresel Ekonomik Görünüm raporunda büyümenin orta vadede süreceğini ama gelişmekte olan ekonomilerin sermaye hareketleri nedeniyle kırılganlıklar yaşayabileceğine dikkat çekti.

    – Bitişikte de yer verdiğimiz dünya ekonomisi için IMF’in orta vadeli baz senaryosunda gelecek yılın en dikkat çekici gelişmesi dolar Libor faizlerindeki yükselme oldu. Son dönemde ABD istihdam verilerinin güçlü gelmesi enflasyonun artacağına ve FED’in faiz artırımlarında hızlanacağına yorumlanıyor. Bu nedenle 2019’da FED’in 4 faiz artırımına daha gideceği tahmin ediliyor.

    – Buna paralel olarak da ABD 10 yıllık faizleri kritik seviye olan yüzde 3’ün üzerine attı. Dolar güçlendi. Gelişmekte olan ülkelerde sermaye çıkışlarına paralel para birimleri zayıfladı, faiz oranları yükseldi ve borsalar düştü.

    – IMF’in yıllık toplantıları nedeniyle yayımladığı ikinci rapor olan Finansal İstikrar Raporu’nda da yeni finansal kırılganlıkların ortaya çıktığı belirtildi. Kısa vadeli küresel risklerin, artan baskılar ve ticaret savaşı ile gelişmekte olan ekonomilerin üzerinde arttığı kaydedilen raporda “Her ne kadar bu riskler orta dereceli görülse de hızla yükselme olasılığı bulunuyor” denildi.

    – Finansal istikrara yönelik risklerin son 6 ayda daha da yükseldiğine dikkat çekilen raporda şunlar kaydedildi: “Bazı yükselen piyasa ekonomilerindeki finansal koşullar nisan ayından bu yana sıkılaştı. Bu sıkılaşma, ülkelere özel faktörler, kötüleşen dış finansman koşulları ve ticaret gerilimlerinden kaynaklandı. Sonuç itibarıyla, kısa vadeli finansal riskler nispeten artarken, orta vadeli riskler yüksek borç seviyeleri ve varlık fiyatlandırmalarından kaynaklanan  kırılganlıklarla yüksek seyretmeye devam etti.”

    – Gelişmiş ülkelerdeki finansal koşulların mevcut durumda öngörülenden daha hızlı sıkılaşmasının da riskleri artıracağına değinildi. Bu durumun riskten kaçınma eğilimini güçlendirerek ilave sermaye çıkışlarına yol açabileceği belirtildi. Arjantin, Türkiye ve pek çok Asya ülkesinin yabancı yatırımcı güveni anlamında ani gelişen risk altında olduğu ifade edildi.

    – FED’in faiz artırımlarının devam edecek olması, Avrupa Merkez Bankası’nın faiz artırımına başlaması eklenecek. Küresel likidite azalmaya, paranın maliyeti yükselmeye devam edecek. Buna paralel ABD dışı borçlanmaların temel maliyetini oluşturan Libor oranlarında IMF de artış bekliyor.

    – Sermaye çıkışlarının tahmin edilmesi de küresel konjonktürün aleyhimizde olmaya devam edeceğine işaret. Dış kaynak ihtiyacımız ise yüksek. Cari açığımızı düşürsek bile dış borç ödemeleri var. Toplu kaynak alma seçeneği ise yok. Çünkü IMF devre dışı.

    – Geriye kendi tasarruflarımız, yani ekonominin çarklarını çevirmede yerli ve milli kaynaklarımız kalıyor. TL ile kazanmaya, TL ile tasarruf etmeye, bu tasarrufları da TL üzerinden artırmaya mecburuz. Tam bir kendi yağımızla kavrulma dönemine girdik ve bu süreç uzun bir süre de devam da edebilir.  Küresel konjonktür yanında, jeopolitik risklere ve yapısal önlemleri almamıza bağlı.  

  • Eğitim kaldırım taşı döşemeye benzemez Abbas Bey!

    Bir okurum yazmış… “Ne oldu Sevilay… Adını açıkladığın ilk dakikadan itibaren allayıp pulladığın, yere göğe sığdıramadığın Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’la ilgili hala aynı görüşlere sahip misin?” demiş ve sonra da medyada eğitim denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Abbas Güçlü’nün bu konuyla alakalı yazdığı bir yazının linki yollamış.

    Esasında gözüme ilişmişti internette dolaşırken Güçlü’nün, “Bakan Selçuk, akıl vermeyi çok sever. Bir akademisyenden de zaten daha fazlası beklenmez. Ama o artık bir Milli Eğitim Bakanı ve ‘Yerim dar oynayamıyorum’ deme lüksü yok. İşte o yüzden, bir an önce Bakan olduğunu hatırlamalı ki, kangrene dönüşen sorunlar bir an çözülsün. Yoksa lafla peynir gemisi yürümüyor!..” ifadeleriyle Ziya Selçuk’u eleştirdiği o yazısı. Ama açıkçası çok önemsememiştim.

    Çünkü Abbas Bey kendisini eğitim dünyasının, “Ali kıran baş keseni” gördüğü için bunu hep yapar. Eleştirmek adettendir artık onun açısından.

    Ancak şöyle bir şey var… Tamam ben yazdıklarını önemsemiyorum da, onun her söylediğini ‘tartışılması dahi mümkün olmayan bir doğru’ kabul eden bazı veliler ve eğitimciler etkileniyor.

    Bunun böyle olduğunu da sosyal medyada, “Ziya Selçuk” adını yazıp da arama yaptığımda, göreve ilk geldiğinde yazılanlarla, 2 ay sonrasında yazılanları kıyaslayınca gördüm.

    Bakan Selçuk’a güven sarsılmış, hatta bazıları için sıfırlanmış.

    Bunun o da farkında ki geçtiğimiz hafta katıldığı bir TV programında açık açık ifade etmiş şu sözlerle: “İki ay bir haftadır görevdeyim henüz ama birçok kişi icraat bekliyor, ‘Bir şey yapması lazım artık Ziya Hoca’nın’ diyorlar. Sosyal medyada özellikle bunu fark ediyorum. Ben bir bilim insanıyım ve veriyi görmeden bir planlama yapmam. Yani sahayı görmem lazım ve bütün sistemi kabaca bir analiz etmemiz lazım arkadaşlarla. Bunu yapmadan, akşam düşündüm, sabah şunu yapayım meselesi değil bu. Onun için 15 Ekim’e kadar biraz sabretsin insanlar. Neyi planladığımızı, ne yapmak istediğimizi çok daha net olarak ifade etme fırsatımız olacak. Ben bilerek hemen acil icraatlara geçmemeyi tercih ediyorum!”

    Herkesten, hepinizden özellikle de hakkında yazılan olumsuz betimlemeler dolayısıyla Sayın Selçuk’la ilgili şüpheye düşen velilerden rica ediyorum…

    Lütfen dikkatle okuyunuz hocanın söylediklerini.

    Abbas Güçlü veya alanı eğitim olan diğer gazeteci arkadaşlar ne düşünürse düşünsünler takılmayın. Sonuçta şu gerçeğin farkında olup ona göre yorumlamamız lazım meseleyi; Ziya Selçuk hepi topu 2 ay önce geldi bakanlığa ve biliyor ki darmadağınık bir sistem teslim aldı. Hep dedik, “Eğitim alanımız çok sorunlu” diye. Ve bu alanda yapmayı düşündüğünüz, istediğiniz değişimler belediyede olduğu gibi olmuyor. Kaldırım taşı döşemeye benzemez eğitim. Sabır ve emek ister. Üzerinde kafa yorulup doğru stratejiler belirlenmesi gereken bir alandır. O nedenle fırsat vermek lazım Ziya Hoca’ya. Ona inanarak bekleyip sonucu görmek lazım!”

    Son olarak şu önemli anekdotu da ekleyip öyle bitirmek istiyorum yazımı.

    Bakan Selçuk’u çok yakından tanıyan, bizzat onunla çalışmış, benim için çok ama çok kıymetli bir başka eğitimciyle dün yazıya başlamadan önce konuştum. Niyetim onun ne düşündüğünü de öğrenmekti. Baktım ki hiç farklı düşünmüyoruz ve bu beni çok mutlu etti.

    Bu arada da şöyle bir ayrıntı aldım.

    “Öğrenciler öğretmenden öğrendiği kadar öğretmen için öğrenir” sözünü sık sık tekrarlayan Ziya Selçuk’un en büyük zaafı öğretmenler. İlk yapmaya çalıştığı şey öğretmeni yakalamaya çalışmak oldu.

    Çok da doğru yaptı çünkü mesleği ile duygu bağı olmayan, ders tahtasını ve öğrencilerini sevmeyen öğretmenlere rağmen eğitimde istenilen değişimi yapmak imkansız.

    Bu yüzden de hani eskiden ortaokuldan sonra gidilen öğretmen okulları var ya! Onların geri dönüşünü arzu ediyormuş Ziya Hoca.

    Bence şahane fikir! Çünkü gerçekten o okulların tedrisatından geçmiş öğretmenlerin öğrencisiyle, velisiyle kurduğu bağ nedense bambaşka olurdu.

    ***

    Sayın Bakan bir talimat da THY için lütfen!

    Bunca yıllık gazeteciyim… Ve herhalde mesleğe başladığımdan bu yana onlarca kez haberini yapmışımdır güzide ve milli gururumuz Türk Hava Yolları’nın… Ve her yazdığımda da mutlaka yazdıklarımla ilgili kurumun yetkililerinden geri dönüş almışımdır.

    Ancak son dönemde öyle bir yönetim var ki işin başında… Ne yazarsan yaz dönüş filan yapılmıyor.

    Hatta bırakın dönüş yapmalarını filan görüş almak için kendim arıyorum ona bile cevap verilmiyor. Bırakın cevabı geri aranıp da; “Ne vardı?” denilmiyor.

    Dün Ulaştırma Bakanlığı’nın Yeni Havalimanı’nda çalışan işçilerin iş bırakma eylemleri ve devamında yaşananlarla ilgili açıklamasını okuyunca aklıma geldi bunu yazmak.

    Tebrik ediyorum kendilerini… Ne denilirse denilsin, işçilerin eylem yapmalarıyla ilgili hangi senaryolar çizilirse çizilsin bunlara aldırış etmeyip, havalimanı inşaatını yapan İGA’ nın bünyesindeki beş yüze yakın taşeron firmaya, “Varsa işçilerin sorunları, derhal çözün” talimatı vermişler.

    Bu harika bir hareket ve naçizane kendilerinden böyle bir hareketi bir de THY için yapmalarını isteyeceğim.

    (Mümkünse tabii… İmkanı varsa)

    Bilindiği gibi, başta Türkiye tekstil sektörünün öncü kurum ve kuruluşlarının başkanları, üyelerine olmak üzere günledir THY’nin İtalyanlara tasarlattıkları yeni üniforma ile ilgili çok sert eleştiriler yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor.

    Aralarında benim de olduğum birçok gazeteci ve Türkiye’nin dünya markası olmuş modacıları dahil buna.

    Ancak sanki THY bu ülkede değil, başka ülkenin hava yolu şirketi filan… Hadi biz gazetecileri geçiniz… Dünyaya kafa tutan en iddialı sektörümüzün duayenlerinin yeni üniformaların neden bir İtalyan’a tasarlattıklarını, neden kullanılan mankenlerin tamamının yabancı olduğu, hatta çekilen fotoğraflar için neden bir İngiliz’in tercih edildiğine dair sorularına karşılık açıklama yapma gereği duymadı.

    Dedim ya baştan… Ben bunca yıllık gazeteciyim böyle kayıtsızlık THY’de ilk defa görüyorum.

    Bu yüzden de kusura bakmasınlar ama; “Siz istediğinizi deyin, biz bildiğimizi okuruz” havasında olan THY’yi kınıyorum. 

  • Yüz yüze bakmanın önemi

    Birkaç gündür İstanbul’dayım.

    Bana adeta ikinci bir şahsiyet haline gelmiş olan doğal çalışma ortamımdan uzaktayım.

    Washington’dan ayrılmadan önce öğrendiklerimin önemli bölümünü yazdım.

    Bir tanesi var, onu çalışma ortamıma dönmeden yazmayacağım.

    Çünkü bu zorunlu ara vesilesiyle bir şeyi de iyi öğrendim.

    Washington gibi anlatılanların nüanslarının çok önemli olduğu, size her konuşanın da farklı bir oyun planı ve niyeti olduğu, aldatmaların tuzakların pek bol olduğu, çalışma ortamlarında konuşan insanın yüzüne bakmanın ne kadar da önemli olduğunu daha iyi anladım.

    KIDEM VE TECRÜBE

    O ortama yılların emeğini verdiğimden, Washington’un şu anda en kıdemli ve tecrübeli yazarları arasında yer aldığımdan, Washington’a özgü tuzaklara pek düşmediğimi düşünüyorum.

    Size kouşanın vücut dilini ve yüz ifdelerini mutlaka görmeniz gerekiyor Washington’da.

    Bir müstehzi gülüş bile anlatılanın aslında tamamen tersini düşünmeniz gerektiğini söyleyebiliyor size.

    Üstelik konuşanların önemli bölümünün istihbarat çevreleri ile yakın bağlantıları olduğunu da bildiğimden o ortamda sağlam durabimek için dikkati maksimum düzeyde tutmak gerekiyor hep.

    İstanbul’dan kendimi zorlasam yazabilirim tabii ki. Ancak benim şu durumumda bunun yanlış olacağına karar verdim.

    Türkiye’nin gündemine ortasından dalmak doğru değil. Bana yeni, orijinal gelenin size de öyle geleceğinin hiç garantisi yok.

    BİRKAÇ GÜN SONRA 

    Bu nedenle birkaç gün yazmayı durduracağım ve ilk yazımı Washington’a döner dönmez yazmayı planlıyorum.

    Önemli olabilecek bir gelişme var Washington’da, bunu oradan ayrılmadan önce  fark etmiş ve nedeninin de ipucunu almıştım.

    Döndükten sonraki ilk yazmın bu konu olacağına eminim. Bunu olması için elimdeki ipucunun olgunlaşması gerekiyor, bu ancak yüzlere baktıktan sonra olabilecek.

    Bir süre sonra, inşallah görüşmek üzere.

  • Yeni havalimanında THY’nin ilk uçuş fiyatları

    İstanbul Yeni Havalimanı’nın 29 Ekim yapılacak açılışına günler kaldığı için Türk Hava Yollarının (THY) yeni meydandan ilk uçuşlarını nasıl gerçekleştireceği merak ediliyor. Resmi açılış, yurtdışından gelecek olan büyük bir davetli topluluğu eşliğinde yapılacak. Açılışı törenini Cumhurbaşkanlığı, Ulaştırma Bakanlığı ve havalimanının işletmeci kuruluşu İstanbul Grand Airport (İGA) organize ediyor.

    Törene yurtdışında katılacak resmi davetliler arasında Eurocontrol, ICAO gibi dünya havacılık otoriteleri, havayollarının yöneticileri, ulaştırma bakanları ve devlet başkanları yer alacak. Şu ana kadar ciddi anlamda davet icabet edip, katılacağını bildirenler olmuş. Yurtdışından her düzeyde katılımın yoğun olacağı ve bunun da özellikle yeni havalimanının çok merak edilmesinden kaynaklandığını öğrendim.

    Yeni havalimanı, büyük bir törenle 29 Ekim’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ev sahipliğinde açılacak. 30 Ekim’de ise tören sonrası düzenlemeler, temizlik ve ilk uçuş için hazırlıklar yapılacak. 31 Ekim’de THY ilk uçuşlarını Ankara ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Ercan Havalimanı’na gerçekleştirecek.

    Her gün 5 gidiş ge geliş 
    THY, büyük göçü gerçekleştireceği 30-31 Aralık’a kadar olan 2 aylık dönemdeki ticari test amaçlı düzenli uçuşlarına ise 1 Kasım’da başlayacak. Daha önce 2 ayda toplam 30 uçuş yapılması planladığını yazmıştım. Yeni düzenlemeye göre THY, 1 Kasım’dan başlamak üzere günde 5 kalkış, 5’te iniş olacak şekilde uçuş planı yaptı. Her gün İstanbul Yeni Havalimanı’ndan 5 noktaya, yurtiçinde Ankara, Antalya, İzmir ve yurtdışında ise Bakü ile Ercan’a gidiş-dönüş uçuşlar yapılacak. 2 aylık dönemdeki kampanyalı ücretlerde şöyle olacak; Ankara, Antalya ve İzmir tek yön 59 TL , Ercan’a tek yön 179 TL, Bakü’ye gidiş-dönüş 99 ABD dolar olacak.

    İlk uçuş 11.10’da Ankara’ya
    Yeni havalimanında gerçekleştirilecek uçuş takvimi de belli oldu. Buna göre 31 Ekim’de ilk uçuş Ankara’ya 11.10’de yapılacak. Ankara Esenboğa’dan İHY’ye dönüş uçuşu da 13.30’da gerçekleşecek. Aynı gün ikinci uçuş KKTC Ercan Havalimanı’na 17.30’da yapılacak. 2 aylık düzenli uçuşlar ise şöyle gerçekleşecek; Her gün İYH’den Ankara 11.10 gidiş, 13.30 dönüş. Antalya’dan İYH’ye 11.00’de geliş, 13.40’ta dönüş. İYH’den İzmir’e ilk uçuş 1 Kasım’da15.55’te yapılacak dönüşü ertesi gün 08.35 olacak. Sonraki günler bu saatlerde uçuşlar yapılacak. 31 Ekim’de başlayacak İYH-Ercan uçuşları da 17.30 gidiş, ertesi gün 05.35 dönüş şeklinde olacak. 1 Kasım’da başlayacak İYH-Bakü seferleri de 15.55 gidiş, ertesi gün 08.35 Bakü’den dönüş şeklinde gerçekleştirilecek. 

    Yeni havalimanından şehir merkezine karayoluyla ulaşım İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kontrolünde olacak. Daha önce ilk ihale iptal edilip, ikincisine çıkıldığında, tek ulaşım kaynağı olan karayolunda geç yapılan ihale sebebiyle sorunlar olabileceği tartışılmıştı. İETT tarafından yapılan 3. Havalimanı Toplu Ulaşım İhalesi‘ni ikincisinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin şirketi Otobüs A.Ş kazandığı için ulaşım hizmetini aynı şirketin 29 Ekim’de başlaması bekleniyor. Bir aksaklık olmaması için de İstanbul Büyükşehir Belediyesi her hâlükârda devrede olacak.

    Açılışından itibaren İstanbul Yeni Havalimanı‘nın yolcuda yaklaşık yüzde 75’in üzerine çıkan pay Türk Hava Yolları‘nın olacağı belirtiliyor. THY’den aldığım bilgiler bu yönde. Ayrıca yeni havalimanına THY’nin büyük taşınmasının ertelenmesi sebebiyle, iki havalimanından uçuş yapılacağı için İstanbul Yeni Havalimanı 31 Aralık tarihine kadar “ISL” kodunu kullanacak. Taşınma sonrasında ise “IST” kodunu kullanmaya başlayacak. Dolayısıyla THY’nin satışa çıkaracağı İYH uçuşlu biletlerde “ISL” kodu yer alacak.

    Hasılı kelam; Türk Hava Yolları’nın kampanyalı fiyatlarıyla dünyanın merak ettiği yeni havalimanını hem karadan, hem de havadan görme imkanı var. Günde 5 kalkış, 5 de geliş olacağı için meydanda yoğunlukta yaşanmayacak. Gezip, dolaşma imkanı olacak. Bu fırsatları değerlendirmek isteyenlerin dikkatine…

  • Ciğ mi pişmiş mi?

    Çiğ mi, pişmiş mi? sorusunun yanıtı gıdaya ve ihtiyaca göre değişiyor. İşte bazı örnekler: 
    Havucu çiğ mi yoksa pişmiş mi yemeli? Çiğin kilo yapma ihtimali az. C vitamini miktarı daha yüksek. Pişmişi ise daha lezzetli ve Beta karoteni daha çok emiliyor. Ama glisemik yükü arttığı için çiğinden daha fazla kilo yapabiliyor.
    Ispanağa gelince: Ispanağın pişmişi daha lezzetli. Hele yumurtalı ıspanak sahanda pişince harika oluyor. Ne var ki pişmiş ıspanağın içindeki C vitamini minerallerinin çoğu, ama en üzücüsü Koenzim Q10’u mahvoluyor. 
    Benzer durum hemen hemen her sebzede var. Peki yok mu çaresi? Var! Hem de çok kolay! Bazen pişmişi, bazen çiği tercih edilecek. 
    Domateste ise durum biraz farklı: Çiği yenecekse suyu tercih edilecek.
    Mümkünse de çiği yerine azıcık pişmişi tüketilecek. Nedeni pişirmenin, domatesteki likopeni serbestleştirmesi. Daha çok fayda için de üzerine azıcık zeytinyağı ekleniverecek.

    METFORMiN HAPLARI ZAYIFLATIR MI?

    Kilo almanızın nedeni insülin direnci ise çözüm için metformin içeren haplardan faydalanabilirsiniz. Ama bu seçenek sadece doktor izni ile ve onun yaptığı tedavi planına göre değerlendirilebilir. Doğru beslenme ve egzersiz ise asla ihmal edilmez, edilemez. İnsülin direnci ile savaşa 100 puan verirsek eğer, bunun… 
    – 50 puanı Gİ diyeti ile beslenmeden
    – 40 puanı düzenli ve tempolu günlük yürüyüşlerden 
    – 10 puanı ise ilaçla, yani metforminle bu ikiliyi desteklemekten geçer.
    Kısacası, sadece metformin hapı yutmanız işe yaramaz.

    ADET ÖNCESi AĞRILARIMI NASIL AZALTABiLiRiM?

    Adet dönemi, bazı kadınlar için gerçekten sancılı, bedensel sorunlar ve ruhsal gelgitlerle dolu tatsız günlerdir. Bu dönemde oluşan iştah artışları, tatlı krizleri, ödem problemleri, öfke/endişe gelgitleri çoğu kadın için can sıkıcı düzeylere varabilir. Eğer bu tür bir sorununuz varsa, aşağıdaki bilgiler işinize yarayabilir, deneyin…
    1- Kafein ve çikolata tüketiminizi azaltın. Özellikle çayı, kahveyi, enerji içeceklerini sınırlayın. 
    2- Alkolü içmeyin ya da minimuma indirin. 
    3- Tuzlu ve tatlı şeyleri daha az tüketin.
    4- Egzersizlere biraz daha ağırlık verin. 
    5- Masajdan istifade edin.
    6- Azar azar ve sık sık yiyin. 
    7- Uykunuzu mutlaka düzene sokun.
    8- Vücudunuzu sıcak tutun. Özellikle karnınızın üzerine sıcak su torbası koymayı deneyin.
    9- Sıcak banyo yapın.
    10- Sıcak bir şeyler için.

  • Tadına bak tadında bırak!

    Güne iyi bir haberle başlayalım: Tatlı konusundaki katı tutumumuzu bir nebze yumuşattık. Yeni ve makul bir yaklaşım geliştirdik. Yeni tatlı mottumuz: Tadına bak, tadında bırak olacak. Nedeni net ve açık: Yalana, dolana gerek yok. Sizin de benim de vazgeçemediğiniz ‘tatlı’ düşkünlüğü meselemiz var. Ve bu düşkünlük, sağlık için maalesef mühim bir sorun. Ama onu yönetmek de yine bizim elimizde. Nasıl mı? 
    Madem ki tatlılardan ne siz ne de ben tamamen vazgeçiyoruz bir çözüm üretmek zorundayız. En azından şimdilik bizi bu keyifli ‘haz’dan mahrum etmemenin yolunun makul bir yaklaşım olabileceğine karar verdim! Bugün itibarı ile, bana da, size de Ahmet Hakan dahil, tatlısever herkese tatlı izni var. İsteyen baklava, kadayıfın, şöbiyetin, isteyen dondurma veya sütlacın tadına bakar. 
    Ama bir şartla: Sadece tadına bakıp bırakılacak! Doymak için değil tadından keyif alınacak. Kısacası, tatlılar duygusal yatıştırıcı olarak değil beyninizde oluşturdukları, dopamin ve serotonin patlamalarının keyfini çıkarmak yenilecek.

    KEMOTERAPİ “OUT” İMMÜNOTERAPİ “IN”

    Bedenimizin kanser hücrelerini avlamakta ve baskılamakta kullandığı “Mammary Serine Protease İnhibitor” sözcüklerinden kısaltılmış çok özel bir proteini var. Kısaca MASPİN- PCA olarak da biliniyor. Maspini aktive eden sadece elma da değil. Zerdeçalın da Maspin aktivatörü olduğu biliniyor. 
    Yeni bir çalışmada zerdeçal (kurkumin) ile aktive edilen MASPİN sayesinde prostat kanserinde de iyi neticelerin alınabildiği gösterildi. 
    Kısacası elma ve zerdeçal yakında kanser ilacı muamelesi görürse şaşırmayın. Bir mühim ayrıntı da şu: 
    Bu yıl Nobel Tıp ödülünü de bu alanda -immunoterapi- araştırmalar yapan iki bilim insanının kazandığını da lütfen not alın… 
    Amerikalı ve Japon harika iki araştırmacı kanserle savaştı kemoterapi yerine immünoterapinin kullanımında çığır açacak araştırmalara imza atarak bu yıl ki Nobel Tıp Ödülü’nü kazandılar.
    Özeti şu: İnşallah yakın bir gelecekte kemoterapi illetinden kurtulup kanseri daha az masrafla ve daha köklü çözmenin yollarını bulacağız. 
    Bunlardan birisinin de immünoterapi olacağı kesin.

    BU 7 MOTTU’YU ASLA UNUTMAYIN

    İsterseniz gelin bugün eski mottularımızdan bazılarını yeniden hatırlayalım:
    ◊ Oturmak bedene ihanettir.
    ◊ Durma, düşme, üşütme! (İyi yaşlanma kuralı)
    ◊ Ayakta kal, hayatta kal!
    ◊ Yediğinin yarısı yaptığının iki katı. (Kilo sorunu)
    ◊ Damak çatlatan şeker damar da çatlatabilir.
    ◊ Eti kemiğinden ayırma, kolajensiz kalma.
    ◊ Cilt içinden beslenir, dışından desteklenir.

    EGZERSİZDEN HEMEN SONRA YEMEK YEMEYİN

    Egzersizden hemen sonra bir şeyler yemek, özellikle egzersizle kilo kaybını hedefliyorsanız doğru değil. 
    Nedeni şu: Bedenimiz sadece egzersiz yaparken değil, egzersizden sonra da yağ yakmaya devam ediyor. Yağ yakma süreci egzersizin ortalarında başlıyor, 30-40 dakika sonra netleşiyor, 1’inci saate doğru da maksimuma ulaşıyor. 
    Daha da önemlisi vücut egzersiz bittikten sonra da yağ yakmaya devam ediyor. 
    Bu nedenle egzersizden hemen önce ve sonra bir şeyler yemeyin.

    BiR KiTAP

    Sınıf arkadaşım, değerli meslektaşım Dr. Murat Kınıkoğlu’nun yeni kitabı “Vegan Sağlık” birkaç gün önce elime geçti. Harika önerilerle dolu bu güzel kitabı “ıskalamayın” derim. Murat’ın yine mükemmel önerileri var. “Vegan” olun demem ama kitabı okuyun derim.

    K VİTAMİNİNDEN FAYDALANMA ANAYASASI

    K vitamini düşük olan kimselerin yüksek miktarda D vitamini almasının, kan damarlarında kireçlenmeyi ve kalp hastalığını teşvik edeceğine dair kaygılar yersiz olmayabilir. D vitamini toksisitesi (aşırı alıma bağlı yüksek D vitamini düzeyleri) hiperkalsemiye (kandaki kalsiyum düzeyinin aşırı yükselmesine) neden olur: Aşırı yüksek D vitamini düzeylerinin belirtilerinden biri, kanda kalsiyum düzeylerinin aşırı artışıdır (hiperkalsemi).

  • Enflasyon ile topyekün mücadele

    Eylül ayı Tüketici Fiyatları Enflasyonu yüzde 24.5’i bulup yıl sonu enflasyonu için yüzde 30’lar telaffuz edilmeye başlayınca, enflasyon bir anda herkesin 1 numaralı gündemi  oldu.

    Aslında biz bu sorunu çok uzun zamandır yaşıyoruz. Şahsen  bu köşede defalarca  “Dünyada en yüksek enflasyonu olan ilk 10 ülke arasındayız” mealinde yorumlar yaptığımı hem de bu yazıları enflasyonumuz yüzde 10-12 bandındayken yaptığı hatırlıyorum. Yine o dönemlerde bir çok önemli ismin “Enflasyonla mücadele Merkez Bankası’nın işi olabilir. Ancak kamu bütün imkanlarıyla katılmazsa bir sonuç alamayız” uyarıları kulak ediliyordu.

    Merkez Bankası’nın faiz artırdığı günün ertesinde “emeklilere 2 maaş prim” açıklaması, yıl sonuna doğru bütçe açığında hedefin tutmayacağı anlaşılınca alkol ve tütün başta olmak üzere kamunun fiyatını belirlediği ürünlere yapılan şok zamlar, bu ülkede çok sık gördüğümüz enstantanelerdi.

    Geç oldu güç olmasın…

    Yazının başında bahsettiğim gibi enflasyon artık bu ülkenin “1 numaralı” sorunu olduğu artık herkesin malumu.

    Bu sebeple de dün başlatılan “Enflasyon ille TopYekün Mücadale” kampanyasını bazı rezervlerimi koymak şartıyla önemsiyorum.

    Önce kampanyanın artılarından bahsedeyim..

    Tarım, sanayi, aile ve sosyal hizmetler bakanlarının da sırasıyla sahneye çıkıp bu kampanyaya dahil olduklarını ifade etmeleri  “Topyekün Mücadele“  iddiasını kuvvetlendiriyor.

    Reel sektör temsilcilerinin perakendeden hazır giyime, bankacılık sektöründen imalat sanayine kadar geniş bir yelpazede TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB gibi ülkenin önde gelen STK’larının çatısı altında kampanyaya destek vermesi, etkisinin yüksek olacağı izlenimini veriyor.

    Kampanyaya katılan şirketlerin, ürünlerine minimum yüzde 10 indirim yaparak raflara “Enflasyonla topyekün mücadele” logosu ile çıkacak olması, kamuoyunda son zamanda oluşan “Haklı haksız herkes zam yapıyor. Fiyatlar fahiş artıyor” algısının zayıflamasına yol açacaktır.

    Kamu fiyatını kendisin belirlediği ; elektrik, doğalgaz, vs gibi ürünlerde küresel piyasalarda olağan dışı fiyat hareketleri olmazsa zam yapmayacağın açıklaması en azından önümüzdeki 3 ay için bir öngörülebilirlik veriyor.

    Şimdi gelelim çekincelerime…

    Tahmin ediyorum ki bu kampanya, eğer bir hamle yapılmazsa yıl sonunda yüzde 30’lara çıkması muhtemel Tüketici Fiyatları enflasyonu en azından kısa süreli bir şok hamle ile dizginleme amacını barındırıyor. Yani amaç bugünü kurtarmak!

    Bu sebeple de işin “Enflasyonun maliyet unsuru yaratan sebepleri yerine  fiyatlar üzerinden indirim“ kısmına yüklenilmiş.

    Bu hamleyi  ”hasarın  çerçevesini” sabitleyebilmek ve kamudaki enflasyonla mücadelede kararlılığı gösterebilmek  adına makul görüyorum.

    Ancak hepimiz biliyoruz ki enflasyonun bu noktaya gelmesinin sebepleri  döviz kuruna bağlı üretim maliyetleri, büyük kısmı ithal olan yoğun enerji kullanımlı üretim hattımız, tarım ve gıda ürünlerindeki verimsiz üretim ve aracıların fiyat belirlediği mekanizmalar geliyor.

    Enflasyona Topyekün Mücadele başlıklı yapılacak 2. Büyük zirvede bu sorunlara direkt dokunan projeler görmeyi umuyorum.

  • Yediğimiz içtiğimiz ne kadar yerli?

    Yerli ürüne yerli logo uygulaması doğru ve yerinde bir karar ama bu konuda da geç kaldığımızın bilinmesi lazım. Marketlerde ciddi bir etiket karmaşası söz konusu. Sadece yerlilikle ilgili değil. Zira ihraç ettiğimiz ürünlerin neredeyse %70 ithal kaynaklı olunca, iç piyasaya sürülen malların ne kadarının ithal olduğunu vatandaş anlamakta zorlanıyor. Hatta işin içinden çıkamıyor.

    Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan oldukça önemli bir konuya temas edip, karar almış. Etiketlerde yeni dönem başlayacak. ‘Yerli Üretim Logosu’nuürünlerde gördüğümüzde onun yerli olduğuna kanaat getirip, tüketeceğiz. Umarım denetimleri iyi yapılır. Uymayanlar ciddi müeyyideler uygulanır ve bir netice alınır. Çünkü ülkemizde çok hızlı şekilde kararlar alınıyor, yasalar çıkarılıyor. Hatta o kadar hızlı oluyor ki, işin taraflarının, paydaşlarının bile haberleri olmuyor. Bu konunun da nasıl bir seyir izleyeceğini açıkçası çok merak ediyorum. Mesela bir ürününün ne kadarı yerli olursa, o yerli sayılacak? Tarım ürünlerinin takibi nasıl yapılacak?

    Ticaret Bakanı Pekcan, tüketicinin raflardaki ürünlerle ilgili şikayetlerini dikkate alarak etiketlerde yeni dönem başlattıklarını açıklamış. Fakat ‘Yerli Üretim Logosu’ ile birlikte ürün içerikleri de dikkate alınarak; raf ömrü kısa olanlardan, uzunlara, gramajdan, katkı maddesine, koruyucu kimyasallar içerenlerden, doğal diye sunulanlara, katkı maddesi yok denenlerden, bol olanlara kadar tüm ürünlerde etiketlere yönelik detaylı düzenlemeler yapılması g-e-r-e-k-i-y-o-r.

    YERLİ TÜKETİCİYE KANUN DA LAZIM!

    Ülkemizin “Tüketici Kanunu” ciddi anlamda sorunlu. Tüketiciyi değil üreticiyi koruyor. Yabancı şirketler bile bu duruma hemen ayak uydurmuş durumda. Ticaret Bakanı Pekcan da bu konuları iyi bilen bir isim olduğuna göre şu yasaya da el atması gerektiğini düşünüyorum.

    Ben somut örneklerle bu yasada tuhaflıklar olduğunudefalarca yazdım. Mevcut yasa tüketiciyi değil, iş dünyasını koruyor. Hatta iş aleminde de kargaşaya sebep oluyor. Doğru dürüst iş yapanlar da bu yasa sebebiyle mağdur olabiliyor. Zira yasanın özünde, müşteri memnuniyeti,rekabet, hizmet çeşitliliği ve kalite yok.

    Mesela Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Kasım 2017’deki yazıma verdiği cevapta, “9 ayda 440 bin tüketici şikâyeti” olduğuna dikkat çekmişti. İşin tuhaf yanı ise şikayet sayısı yıllar geçtikçe artıyor. Çünkü yasanın caydırıcı gücü söz konusu değil. Şikayetçi sayısının artması sorunlu üreticileri endişelendirmiyor. Aynı konuda binlerce şikayet olsa bile bir yaptırım yok. Dolayısıyla “Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun” değişmeden bir şeyin değişmesi mümkün görünmüyor.

    Sadece Tüketici Hakem Heyetleri’nin yeniden yapılandırılması, sayısının artırılmasıyla da olacak gibi değil. Çünkü, tüketiciyi aldatan, mağdur eden ve haklarını çiğneyenler için maalesef etkili olacak kanun ve müeyyide yok. Aynı konuda yüzlerce şikâyet olmasına rağmen, ilgili kurumlar devreye girmiyor, giremiyor. Sadece şikayet eden vatandaşlar uzun bir zaman uğraşıyor, yarım yamalak hakkını almaya çalışıyor.

    Bozuk bir ürün için 6-7 ay para bağlayıp, onu kullanmadan beklemek, 7 ay sonra da“Tüketici Hakem Heyeti’nin kararıyla ilgili şirketin pardon haklıymışsınız. Buyurun yeni ürününüz veya paranız”demesi adil olabilir mi? Bu durum dayanıklı tüketim malları için geçerli. Raf ömrü sınırlı olanları ise çok daha farklı boyutlarda ele almak gerekiyor.

    Bakan Pekcan’ın bu hususa da acilen el atması gerektiğini düşünüyorum. ‘Yerli Üretim Logosu’nu takip eden bir de yerli tüketiciyi koruyan iyi bir yasa şart!

    * * *

    SAVUNMADAKİ BAŞARILAR İDLİB’E NASIL YANSIDI?

    Bu senin başında, ocak ayında ‘Afrin ile Türkiye neler öğrenecek?’ başlığının altında ‘Afrin Operasyonu’ başlamadan bazı tespit ve tahminlerimi yazdım. Görüşlerime katılanlar olduğu gibi acaba diyenlerde oldu.

    Fırat Kalkanı ile Türkiye’ye bölgesinde özgüvenini olan bir ülke pozisyonuna ulaşmıştı. Üstelik silah, mühimmat eksiklikleri yaşandı. Müttefik ülkelerden bunların temini yapılamadı. Vermediler. Engellemeler, ambargolar oldu.

    Afrin Operasyonu” bu deneyimlerle başladı. ‘Fırat Kalkanı’nın çok daha ötesine geçen, ciddi tecrübe kazandığımız operasyon oldu. Ben de böyle olacağına değinmiştim. Üstelik başarısız olsak bile çok önemli kazanımlar elde edeceğimizi tarihe not düştüm. Hem başardık, hem ufkumuz açıldı. İblib’deki diplomasi başarısının arkasında, şüphesiz Türkiye’nin sahada elde ettiği bu iki başarının etkisi var. Ama her şeyin arkasında savunmasa sanayindeki son yıllarda yaptığımız atılımlar, insansız hava araçlarında (İHA) yazılan başarı hikayeleri var.

    * * *

    AFRİN’DEN ÖNCE AFRİN’DEN SONRA

    ‘Türkiye, Afrin sonrası öğrendikleriyle başka bir Türkiye olacaktır.’  Notuyla aşağıdaki tahminlerimi yazmıştım. Yorumu da siz yapın;

     – Sahada yaşananlar karşısında dışarıdaki gerçek dost ve düşmanlarını, içeride ise kimden nasıl sesler çıktığını veya çıkabileceğini öğrenmiş olacak,

     –  Amerika’dan veya başka ülkeden temin edilen her türlü savunma ürününün en lazım olduğu dönemde kullanımları için masa başında, ince hesaplar yapılmadan atılan imzaların ne gibi sıkıntılara sebep olduğunu her iki operasyonda da yaşayarak öğrenecek,

     – Özellikle savunma sanayinde basit işbirlikleriyle değil, nitelikli katılımlarla, yüzde bilmem kaç yerlilik oranlarıyla değil,  özgün ve milli tasarımlarla başarılı olabileceğini de öğrenecek,

     – Amerika ile nasıl ilişki kurması gerektiğini, ne kadar güvenebileceğini, büyük ülkelerle dost olunmayacağıyla, an müttefikliğinin dereceleri olduğunu öğrenecek,

     -Komşumuz İran’a en sıkışık olduğu dönemde Türkiye destek olurken, onların aleyhimize olan her fırsatı nasıl kullanıldıklarını ve ülkeler arası ilişkilerde de din kardeşliğinin bir anlamı olmadığını öğrenecek,

     – Savunma sanayinde doğru model ve yüksek teknolojiyle ama rekabetçi bir yapıyla üretime geçmenin gerekliliğini, savunmanın diğer sanayi kollarına ve sektörlere etkisini ve katkısını da öğrenecek,

     – Şu ana kadar yapılan yol ve inşaatlardan savunma sanayi yatırımlarının çok daha önemli ve öncelikli olduğunu, istihdama, katma değere, hasılı hayatın her alanına dokunan katkılarıyla Türkiye için olmazsa olmaz olduğunu öğrenecek,

     -Bölgesinde savunma sanayisiyle güçlü bir ülkenin daha fazla yabancı yatırım çekebileceğini, daha fazla nitelikle turist ağırlayabileceğini, ekonomisinin daha kaliteli büyütebileceğini ve her alanda, tarihi bağlarıyla birlikte daha ağır bir ülke olacağını öğrenecek…