Kategori: Genel

  • Tadına bak tadında bırak!

    Güne iyi bir haberle başlayalım: Tatlı konusundaki katı tutumumuzu bir nebze yumuşattık. Yeni ve makul bir yaklaşım geliştirdik. Yeni tatlı mottumuz: Tadına bak, tadında bırak olacak. Nedeni net ve açık: Yalana, dolana gerek yok. Sizin de benim de vazgeçemediğiniz ‘tatlı’ düşkünlüğü meselemiz var. Ve bu düşkünlük, sağlık için maalesef mühim bir sorun. Ama onu yönetmek de yine bizim elimizde. Nasıl mı? 
    Madem ki tatlılardan ne siz ne de ben tamamen vazgeçiyoruz bir çözüm üretmek zorundayız. En azından şimdilik bizi bu keyifli ‘haz’dan mahrum etmemenin yolunun makul bir yaklaşım olabileceğine karar verdim! Bugün itibarı ile, bana da, size de Ahmet Hakan dahil, tatlısever herkese tatlı izni var. İsteyen baklava, kadayıfın, şöbiyetin, isteyen dondurma veya sütlacın tadına bakar. 
    Ama bir şartla: Sadece tadına bakıp bırakılacak! Doymak için değil tadından keyif alınacak. Kısacası, tatlılar duygusal yatıştırıcı olarak değil beyninizde oluşturdukları, dopamin ve serotonin patlamalarının keyfini çıkarmak yenilecek.

    KEMOTERAPİ “OUT” İMMÜNOTERAPİ “IN”

    Bedenimizin kanser hücrelerini avlamakta ve baskılamakta kullandığı “Mammary Serine Protease İnhibitor” sözcüklerinden kısaltılmış çok özel bir proteini var. Kısaca MASPİN- PCA olarak da biliniyor. Maspini aktive eden sadece elma da değil. Zerdeçalın da Maspin aktivatörü olduğu biliniyor. 
    Yeni bir çalışmada zerdeçal (kurkumin) ile aktive edilen MASPİN sayesinde prostat kanserinde de iyi neticelerin alınabildiği gösterildi. 
    Kısacası elma ve zerdeçal yakında kanser ilacı muamelesi görürse şaşırmayın. Bir mühim ayrıntı da şu: 
    Bu yıl Nobel Tıp ödülünü de bu alanda -immunoterapi- araştırmalar yapan iki bilim insanının kazandığını da lütfen not alın… 
    Amerikalı ve Japon harika iki araştırmacı kanserle savaştı kemoterapi yerine immünoterapinin kullanımında çığır açacak araştırmalara imza atarak bu yıl ki Nobel Tıp Ödülü’nü kazandılar.
    Özeti şu: İnşallah yakın bir gelecekte kemoterapi illetinden kurtulup kanseri daha az masrafla ve daha köklü çözmenin yollarını bulacağız. 
    Bunlardan birisinin de immünoterapi olacağı kesin.

    BU 7 MOTTU’YU ASLA UNUTMAYIN

    İsterseniz gelin bugün eski mottularımızdan bazılarını yeniden hatırlayalım:
    ◊ Oturmak bedene ihanettir.
    ◊ Durma, düşme, üşütme! (İyi yaşlanma kuralı)
    ◊ Ayakta kal, hayatta kal!
    ◊ Yediğinin yarısı yaptığının iki katı. (Kilo sorunu)
    ◊ Damak çatlatan şeker damar da çatlatabilir.
    ◊ Eti kemiğinden ayırma, kolajensiz kalma.
    ◊ Cilt içinden beslenir, dışından desteklenir.

    EGZERSİZDEN HEMEN SONRA YEMEK YEMEYİN

    Egzersizden hemen sonra bir şeyler yemek, özellikle egzersizle kilo kaybını hedefliyorsanız doğru değil. 
    Nedeni şu: Bedenimiz sadece egzersiz yaparken değil, egzersizden sonra da yağ yakmaya devam ediyor. Yağ yakma süreci egzersizin ortalarında başlıyor, 30-40 dakika sonra netleşiyor, 1’inci saate doğru da maksimuma ulaşıyor. 
    Daha da önemlisi vücut egzersiz bittikten sonra da yağ yakmaya devam ediyor. 
    Bu nedenle egzersizden hemen önce ve sonra bir şeyler yemeyin.

    BiR KiTAP

    Sınıf arkadaşım, değerli meslektaşım Dr. Murat Kınıkoğlu’nun yeni kitabı “Vegan Sağlık” birkaç gün önce elime geçti. Harika önerilerle dolu bu güzel kitabı “ıskalamayın” derim. Murat’ın yine mükemmel önerileri var. “Vegan” olun demem ama kitabı okuyun derim.

    K VİTAMİNİNDEN FAYDALANMA ANAYASASI

    K vitamini düşük olan kimselerin yüksek miktarda D vitamini almasının, kan damarlarında kireçlenmeyi ve kalp hastalığını teşvik edeceğine dair kaygılar yersiz olmayabilir. D vitamini toksisitesi (aşırı alıma bağlı yüksek D vitamini düzeyleri) hiperkalsemiye (kandaki kalsiyum düzeyinin aşırı yükselmesine) neden olur: Aşırı yüksek D vitamini düzeylerinin belirtilerinden biri, kanda kalsiyum düzeylerinin aşırı artışıdır (hiperkalsemi).

  • Bayram çalışanın ücreti zamlı olacak

    Kurban Bayramı’nda bu yıl da uzun bir tatil süresi söz konusu. Bayram için pek çok çalışanın tatil programı başladı bile. Çok sayıda çalışanımız bayramda şehir dışında olacak, tatil yapacak, bazıları da aile ziyaretleri ve dinlenmeye zaman ayıracak. Böylece, iş ortamından uzaklaşmış olacaklar. Ancak ne yazık ki herkes bu kadar şanslı değil, bazı kişiler bu bayramda çalışacaklar.

    Bayramlarda yapılan çalışmalar için İş Kanunu’nda önemli düzenlemeler bulunuyor. Bayram günlerinde çalışanlara arife günü ve bayramdaki çalışmalarının ücreti zamlı olarak ödenecek. Bununla birlikte, işveren çalışanına “bayram sonrasında izin kullanabilirsin” dese bile, bayramda yapılan çalışma zamlı olacak. İş Kanunu’na göre, bayramda çalışana ücreti zamlı ödenir, işveren isterse daha sonra o çalışmanın karşılığı olarak ayrıca izin verebilir. Bu işverenin yetkisinde olan bir durumdur.

    Normal ücretin iki katı ödenir  

    Bayramda çalışan işçilere verilecek ücret normal zamanda kazandıkları ücretin iki katı tutarındadır. Bu zamlı ücret, arife günü öğleden sonrası ve bayramın dört günü için ayrı ayrı hesap edilecek ve ödenecektir. Aylık sistemiyle çalışan bir kişi için toplam brüt ücreti 30 güne bölünerek bir günlük ücret tutarı hesap edilecek, ortaya çıkan rakamın iki katı alınarak bayram çalışmasının ücreti ödenecektir.

    Bununla birlikte, bayramda çalışan işçinin bu çalıştığı süreler eğer fazla mesai de oluyorsa, bu durumda bayram sebebiyle iki katı tutarında ücret değil, günlük ücretin en az yüzde 50 oranında arttırılması ve çalışılan her gün için günlük ücretin iki buçuk katı tutarında ödeme yapılması gerekir. İşveren işçinin ücretini bayrama ilişkin fazla mesai ücretini dikkate almadan, bayram öncesinde işçisi için ödediği normal ücreti esas alarak hesaplarsa, herhangi bir denetim durumunda veya çalışanın şikayeti üzerine idari para cezası ödemek zorunda kalacaktır.

    Çocuklar, gençler çalıştırılamaz

    İş Kanunu’nun çalışan çocuk ve gençleri koruyucu hükümlerinden biri de bayramda her ne şekilde olursa olsun çalıştırılmamalarıdır. Genel olarak 14 yaşını tamamlamış, ilköğretimi bitirmiş ancak 15 yaşını doldurmamış çalışanlar “çocuk işçi” olarak tanımlanıyor. 15 yaşını tamamlamış, 18 yaşını bitirmemiş olanlar da “genç işçi” olarak kabul ediliyor. İşte bu çocuk ve gençlerin bayramda çalıştırılmaları söz konusu değil. Bununla birlikte, çalışmasalar bile ücretleri işverenlerince tam olarak ödenecek.

    Çalışmak istemeyip izin kullanmak isteyenlerin durumu 

    Kural olarak bayram ve genel tatil günlerinde çalışmak istemeyen işçiler işverenleri tarafından çalışmaya zorlanamazlar. Çalışmaya zorlanan işçiler bu durumu şikayet konusu yapar, hatta iş mahkemesine taşırlarsa işyerinden haklı sebeple, kendi istekleriyle ayrılıp tazminatlarını alabilirler. Diğer taraftan, eğer çalışanın iş sözleşmesinde veya toplu iş sözleşmesinde bayramlarda çalışmaya izin veren bir hüküm bulunuyorsa, işçilerin bayram günü de işyerine gelip, işverenin talimatıyla çalışmaları gerekiyor. Hatta işçilerin “bayram günü çalışmıyorum” diyerek işe gelmemeleri ve üst üste iki gün işe devamsızlık yapmaları halinde, işveren kıdem tazminatlarını ödemeden işten çıkarma yoluna gidebilir. Bu nedenle, işçilerin imzaladıkları iş sözleşmelerinin çok büyük önemi var. Bu anlamda, çoğu zaman okunmadan imzalanan sözleşmeler sonradan işten çıkarılmayı kolaylaştıran belgeler haline gelebiliyor.

    Bayramda yurtdışına çıkan sağlık hizmeti alabilir mi?

    Türkiye’nin çok sayıda ülke ile sosyal güvenlik sözleşmesi bulunuyor. Bu ülkelerden 15’i ile imzalanan sözleşmede sağlık hizmetleri de kapsam altında. Buna göre; Almanya, Hollanda, Belçika, Avusturya, Fransa, KKTC, Makedonya, Azerbaycan, Romanya, Bosna Hersek, Çek Cumhuriyeti, Arnavutluk, Lüksemburg, Hırvatistan ve Sırbistan sözleşmeleri sağlık hizmetlerini de kapsıyor. Diğer taraftan, Azerbaycan ve Arnavutluk’un iç mevzuatlarındaki sorunlar nedeniyle sağlık hizmetleri ile ilgili hükümler uygulanamıyor. Dolayısıyla, yukarıda sayılan 13 ülkede sağlık hizmetlerinin SGK tarafından karşılanması mümkün. Söz konusu ülkelerde sağlık hizmetlerinden sadece 4/a’lı sigortalılar ve bu sigortalıların bakmakla yükümlü olduğu kişiler faydalanabiliyorken; Almanya’da 4/b ve 4/c’li sigortalılar da kapsamda. Bu ülkelerde geçici süreli bulunuyorsanız, yani turistik seyahat amacıyla bu ülkelere gittiyseniz yalnızca acil durumlarda sigortalıların sağlık hizmetlerine ilişkin masrafların SGK tarafından karşılanması söz konusu. Yine sadece Almanya’da turistik amaçlı bulunan sigortalıların derhal müdahaleyi gerektiren bir durumla karşı karşıya olması halinde ve ertelenmesi mümkün olmayan diyaliz veya kronik hastalıkların tedavisinde sağlık masrafları karşılanıyor.

  • Ciğ mi pişmiş mi?

    Çiğ mi, pişmiş mi tartışması bitmiyor. Bitmez de! Nedeni şu: Bir grup “ille de çiğ” diye tutturmuş. Diğer grup ise “Hayır, pişmişi daha iyi” diyor. Peki doğrusu ne?

    Çiğ mi, pişmiş mi? sorusunun yanıtı gıdaya ve ihtiyaca göre değişiyor. İşte bazı örnekler: 
    Havucu çiğ mi yoksa pişmiş mi yemeli? Çiğin kilo yapma ihtimali az. C vitamini miktarı daha yüksek. Pişmişi ise daha lezzetli ve Beta karoteni daha çok emiliyor. Ama glisemik yükü arttığı için çiğinden daha fazla kilo yapabiliyor.
    Ispanağa gelince: Ispanağın pişmişi daha lezzetli. Hele yumurtalı ıspanak sahanda pişince harika oluyor. Ne var ki pişmiş ıspanağın içindeki C vitamini minerallerinin çoğu, ama en üzücüsü Koenzim Q10’u mahvoluyor. 
    Benzer durum hemen hemen her sebzede var. Peki yok mu çaresi? Var! Hem de çok kolay! Bazen pişmişi, bazen çiği tercih edilecek. 
    Domateste ise durum biraz farklı: Çiği yenecekse suyu tercih edilecek.
    Mümkünse de çiği yerine azıcık pişmişi tüketilecek. Nedeni pişirmenin, domatesteki likopeni serbestleştirmesi. Daha çok fayda için de üzerine azıcık zeytinyağı ekleniverecek.

    METFORMiN HAPLARI ZAYIFLATIR MI?

    Kilo almanızın nedeni insülin direnci ise çözüm için metformin içeren haplardan faydalanabilirsiniz. Ama bu seçenek sadece doktor izni ile ve onun yaptığı tedavi planına göre değerlendirilebilir. Doğru beslenme ve egzersiz ise asla ihmal edilmez, edilemez. İnsülin direnci ile savaşa 100 puan verirsek eğer, bunun… 
    – 50 puanı Gİ diyeti ile beslenmeden
    – 40 puanı düzenli ve tempolu günlük yürüyüşlerden 
    – 10 puanı ise ilaçla, yani metforminle bu ikiliyi desteklemekten geçer.
    Kısacası, sadece metformin hapı yutmanız işe yaramaz.

    ADET ÖNCESi AĞRILARIMI NASIL AZALTABiLiRiM?

    Adet dönemi, bazı kadınlar için gerçekten sancılı, bedensel sorunlar ve ruhsal gelgitlerle dolu tatsız günlerdir. Bu dönemde oluşan iştah artışları, tatlı krizleri, ödem problemleri, öfke/endişe gelgitleri çoğu kadın için can sıkıcı düzeylere varabilir. Eğer bu tür bir sorununuz varsa, aşağıdaki bilgiler işinize yarayabilir, deneyin…
    1- Kafein ve çikolata tüketiminizi azaltın. Özellikle çayı, kahveyi, enerji içeceklerini sınırlayın. 
    2- Alkolü içmeyin ya da minimuma indirin. 
    3- Tuzlu ve tatlı şeyleri daha az tüketin.
    4- Egzersizlere biraz daha ağırlık verin. 
    5- Masajdan istifade edin.
    6- Azar azar ve sık sık yiyin. 
    7- Uykunuzu mutlaka düzene sokun.
    8- Vücudunuzu sıcak tutun. Özellikle karnınızın üzerine sıcak su torbası koymayı deneyin.
    9- Sıcak banyo yapın.
    10- Sıcak bir şeyler için.

  • Halka gelince ‘yerli ve milli’, THY olunca ‘Made in İtaly’

    Dün İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) Kurulu üyesi ve Texmart Tekstil Ürünleri Sanayi ve Dış Ticaret A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Tanrıverdi’yi sosyal paylaşım sitesi Twitter’dan THY’ye sitem ederken gördüm. İfadesinde aynen şunu diyordu: “THY yeni kıyafetlerini İtalyan tasarımcıya tasarlatmış. Bizler milli havayolumuz diye THY ile uçarken, bu kadar tasarımcımız varken üstelik, bu konuda iddialı iken; çekimler de dahil tüm hazırlıkların yurtdışındaki kişilere yaptırılmasını kınıyor, sorumluları istifaya davet ediyorum.”

    Himet Tanrıverdi’nin yeni kabin üniformalarıyla ilgili eleştirisine hak verdim. İki nedenle: 
    Birincisi, İtalyan tasarımcı Ettore Bilotta’nın tasarladığı kıyafetler aşağıda görüldüğü gibi; biraz 60’lı yıllar, biraz Missoni’nin klasik desenini andıran detaylar, fularlar, eldivenler derken normal şartlarda ‘hoş’ diyebileceğimiz bir tasarım. Ama kimse kusura bakmasın, ortada ‘Ah, ne kadar da özgün’ diyebileceğimiz bir durum yok. Bu yıl plajlarda da 50’lere ve 60’lara özgü mayolar modaydı, oradan akıl yürütülerek bile ‘retronun gideri var’ denilir, yani bu konforlu yol herkesin aklına gelir ve THY kıyafetlerinin ilk tasarımcılarından olan ‘Ayşen Modaevi’ bile az tarifle şu fotoğraftaki çizgiyi yakalayabilirdi. Bakınız şekil 1 A.

    İkincisi ve asıl önemlisi, ekonomi zor bir dönemeçten geçerken, Erdoğan ‘yerli malı’ kullanma ve ‘yerli’ mal ve hizmet üretimi konusunda son derece ciddi bir tutum takınırken, bu doğrultuda AK Parti kurmaylarından kanaat önderliği yapmaya çalışan onca kişi kısa zaman önce milleti iPhone kırmaya azmettirmişken, dövizle menkul-gayri menkul alım satım kiralama olayına sınırlandırma getirilirken, THY gibi bir kurumun İtalya’ya milyonlarca avro yağdırmasını, bu halka yapılmış bir ayıp olarak görüyorum.

    Yerlilik ve millilik bir tek milletin sorumluluğu ve ödevi mi? 
    THY bu prensipten masun mu, ya da bi taraf mı, insan haliyle merak ediyor. 
    Üstelik Türk tekstili ve Türk tasarımcısı diye bir şey yokmuş gibi davranmak da ne oluyor? 
    Bahar Korçan’ından Yıldırım Mayruk’una, Dilek Hanif’inden Arzu Kaprol’üne varana dek, daha adını ilk anda hatırlayamadığımız onlarca tasarımcımız ve A kalite üretimimiz varken?

    ‘Miu Miu’ güveniyor, THY güvenmiyor

    Sayın THY yetkilileri, siz belki bilmiyorsunuz ama Prada’dan sadece bir iki tık geride olan ve ismini kedi miyavlamasından alan ‘Miu Miu’nun ürünlerinin üzerinde ‘made in Turkey’ yazar. Bunun anlamı şudur: Miu Miu, elinize sadece bir şablon ve ‘marka’ etiketini verir, bunun dışında materyalinden dikişine varana dek herşeyi Türkiye’de yapılır. Çünkü Türkiye bunu yapabilmektedir. Dünyaca ünlü ikonik lüks marka en gözde çantaları için Türkiye’nin işine emeğine güvenir. Gelin görün ki THY güvenmemiş.

    “Efendim, biz bu siparişleri ekonomik darboğaz gelmeden önce vermiştik, sonra da sözümüzden dönemedik” mi diyeceksiniz? İyi de ne bu ekonomik sıkıntılar bir günde ve apansız geldi ne de yerlilik-millilik bir iki ayın meselesi. Süreç 15 Temmuz’dan bile önce başladı. Hatırlayın: Erdoğan ‘Bu bir İstiklal mücadelesidir’ dediğinde yıl 2014’idi. Kasdettiği toplu tüfekli bir meydan muharebesi değil, ismi üzerinde bir ‘mücadele’ idi. Türkiye’nin istihbaratıyla, yerli savunma sanayisiyle, ekonomisiyle kendi göbeğini kendisinin kesmesi gerekeceğine dair bir uyarıydı. Demek ki THY ya da ona bu alanı açanlar, bu süreci hiç anlamamış. Ya da biz, gereğinden fazla ciddiye almışız. Sahi… Önemli kurumlarımız ya da hükümetin ateşli destekçisi olanlarımız, kendilerini millete verilen öğütlerin ‘üzerinde’ tutmaktan ne zaman vazgeçecek?

    Dilek Hanif tasarımının fazlası var, eksiği yok

    THY kabin sorumluları için Dilek Hanif’ten de üniforma tasarımları istenmiş ve Hanif de çeşitli alternatifler hazırlamış üstelik. Ünlü modacı da, bu işin ‘dışarı’ havale edilmesine ve kendi tasarımlarının çeşitli köşe yazılarında ısrarla ‘beğenilmedi’ ifadesi kullanılarak geçiştirilmesine içerlemiş durumda.

    Açıklamasında şunları söylüyor: “Bu Türkiye adına, özellikle tasarımı, inovasyonu uzun zamandır büyük emek ve bütçeler ayrılarak yapılan çalışmaları, yürütülen moda haftalarını, tasarımcılara sunulan ihracat desteklerini hiçe sayan ve dolayısıyla ülke olarak kendimizle düştüğümüz çelişkiyi ortaya koyan bir karardır. Her şeyden önce ülkem adına, ardından da bir Türk tasarımcı olarak bu kararı son derce üzücü buluyorum.”

    Bundan yıllar önce, yine Dilek Hanif tarafından hazırlanan ama maalesef barok stille döşenmiş lüks bir yalının perdelerine benzemiş olan kabin üniformalarının taslaklarını görmüş ve eleştirmiştim. Ama bu seferkiler öyle değil. Gerçekten iyi iş çıkarılmış. Hanif’in Instagram hesabından yayınladığı çalışmaların biri aşağıda. Doğrusu gayet güzel bir çalışma. Velev ki olmasın efendim, şu zor günlerde haydi haydi iş görürdü. Daha önemlisi Türk modacı tasarlar, Türk tekstil atölyeleri hazırlar ve diker, hem para içerde kalır hem de kendi işimizi kendimizin görmesinin verdiği özgüven zor günlere hazırlanma bağlamında önemli bir motivasyon kaynağı olurdu.

  • Enflasyonla ‘mücadele’

    Hükümet tarafından hazırlanan enflasyonla topyekün mücadele programının detayları belli oldu. Enflasyonla mücadele esas olarak merkez bankasının işidir. Sıkı para politikası gerektirir ve sabır ister. Ancak elbette hükümetin Merkez Bankasına vereceği destek bu mücadelenin daha verimli olmasını ve daha hızlı sonuç alınmasını sağlar. Peki hükümet Merkez Bankasına nasıl destek olabilir?

    1) Gerek Maliye gerekse para politikaları esas olarak talebi kontrol eden politikalardır. Enflasyon tipik olarak talebin üretim kapasitesinin üzerine çıktığı zamanlarda görüldüğü için böyle durumlarda sıkı para politikasının sıkı maliye politikası ile desteklenmesi enflasyonu kontrol altına alır. 2017 sonrası dönemde para ve maliye politikalarının ekonomiyi farklı yönlere çekmesinin bedelini yükselen enflasyon ile ödedik. Bugün geldiğimiz noktada yakın geçmişteki hataların tekrar edilmeyeceğine dair mesajlar almamız oldukça olumlu. YEP’de altı çizildiği üzere önümüzdeki dönemde sıkı para politikasının sıkı maliye politikası ile desteklenmesi öngörülüyor ki enflasyonla mücadelenin gereği budur.

    Kur kaynaklı baskı

    2) Türkiye ekonomisinin bugün yaşamış olduğu enflasyon talepten ziyade kur kaynaklı maliyet baskısını içeriyor. Ancak kuru aşağı çekebilmek için de elimizdeki temel araç yine sıkı para politikası. Normal şartlar altında merkez bankası faiz yükseltip ileriye dönük bir hedef belirlediğinde fiyatların bu hedef etrafında çıpalanması gerekir. Para politikasının belkemiği ileriye dönük beklenti yönetimidir. Son dönemde maalesef gerek ulaşılamayan hedefler, gerek kötü iletişim, gerekse siyasi eleştirilerle merkez bankası kredibilitesinin çok yıprandığına şahit olduk. Bu şartlar altında merkez bankası beklentileri çıpalama yetisini kaybettiğinden fiyatlamalar kontrolsüz olarak artabiliyor. İşte bu noktada hafta içerisinde açıklanan program beklentileri tekrar çıpalamak amacı ile Merkez Bankasına destek vermeyi amaçlamış. Peki işe yarar mı?

    İş dünyasından fiyatları geçici bir süre için de olsa yüzde 10 aşağı çekmesini istemek sürdürülebilir bir önlem olmayabilir. Bu tür bir adımın etkili olabilmesi için fiyatlama davranışında yüzde 10 üzerinde bir beklenti etkisi ve buna ilave maliyet etkisi olduğunu varsaymak gerek. Böylesine büyük bir beklenti etkisi olduğunu tahayyül etmek güç. Bu durumda şirketin üretim maliyetleri düşmediği sürece (ki son dönemde üretim maliyetlerindeki ve dolayısı ile fiyatlardaki artışın kur kaynaklı olduğunu unutmayalım) fiyatları düşürmek kar marjının azalması anlamına gelir.

    Enflasyonu düşürebilmek için altta yatan sebebi ortadan kaldırmak gerekiyor. Yani kurun mevcut seviyelerden aşağı çekilmesi lazım. Bu ise sıkı para ve maliye politikaları ve siyasi risklerin azalması ile mümkün.

  • Bu kadar cehaletmi ancak tahsille mümkündür

    Hafta başında, din ve evrim meselesi hakkında konuşmak üzere bir televizyondan davet aldım; fakat hem sağlık problemim hem de konunun kabak tadı verdiğine ilişkin kanaatim sebebiyle programa katıl(a)madım. Programdaki katılımcılar arasında evrimi reddeden iki akademisyenin tekellüflü argümanlarını dinleyince, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” sözünü hatırladım. Yine bu iki akademisyenin dini müdafaa adına söyledikleri her şeyin, paradigmatik olarak, Bağdâdî’nin, “Ehl-i Sünnet’in icma/ittifak ettiği on beş ilke” başlığı altında, “Ehl-i sünnet, yeryüzünün hareketsiz/sakin olduğunda icma etmiştir. Bunun aksini savunanlar Dehrîler/Materyalistlerdir” (Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-Fırak, Dâru’l-Marife, Beyrut, trs., s. 330) şeklindeki ifadesinden pek farklı olmadığı kanaatine vardım.

    Bilindiği gibi evrim teorisi muhafazakâr çevrelerde “Allahsızlık” fikri olarak algılanıyor. Gerçi bu teoriyi ateizme bağlayan bilim adamlarının mevcudiyeti biliniyor; ancak evrim esas itibariyle bir yaratılış şemasına karşılık geliyor. Üstelik bu şemaya kanun değil, teori deniliyor. Bilimsellik iddiası taşıyan her teorinin yanlışlanabilir olduğu, bilimin doğrulamalar ve yanlışlamalarla mesafe aldığı biliniyor. Evet, evrim teorisinde Allah’ın “halq/hâliq” sıfatıyla pek ilgilenilmiyor, tıpkı yağmurun veya karın nasıl yağdığına ilişkin bilimsel araştırmalarda ilgilenilmediği gibi… Ancak bu ilgisizliğin “Allahsızlık” fikrine bağlanması gerekmiyor. Çünkü bilim nesneler dünyasındaki varlıklarla ilgili olarak “nasıl” sorusuna odaklanıyor. Din ise “niçin” sorusunu cevaplıyor. Nasıl sorusunun cevabı bilimsel bilgiye, niçin sorusunun cevabı ise iman ve hikmete tekabül ediyor. Kısacası, temel konuları, ilgileri, gayeleri ve izah yöntemleri farklı olduğundan, din ve bilimin iki ayrı kompartımanda değerlendirilmesi gerekiyor ve bu durum “çift hakikat”i imliyor. Bilimsel hakikat denen şey gözlem, deney, hipotez, teori gibi süreçlerde şekillenirken, dinî hakikat öncelikle itimat ve itminan duygusuyla kabullenişi ifade ediyor. Bu peşin kabullenişe iman deniliyor, imanın aklen temellendirilmesi ise itimat duygusunu takip ediyor.

    İmanın rasyonel ve bilimsel argümanlarla güçlendirilmesi hem mümkün hem tabiidir. Bilimsel bilgiler ve bulgular müminin Allah’a iman ve hayranlığını pekâlâ artırabilir. Kaldı ki Kur’an, âlemdeki her şeyin birer ayet, yani Allah’ın kudretine ve muhteşem yaratma sanatına ilişkin birer gösterge olduğunu bildirir. O halde, yine Kur’an’ın ifadesiyle, Allah’ın âlemdeki her şeyi yaratan yegâne kudret olduğuna (Zümer 39/62) iman ettikten sonra, insan türünün def’aten mi yoksa evrimle mi yaratıldığı meselesi sadece bilimsel merak konusu olabilir ve bu konuda birtakım teoriler geliştirilebilir. Sonuçta daha makul ve müdellel olan teori kabul edilir, olmayan reddedilir. Mesele bundan ibaret olduğu içindir ki İslam düşünce tarihinde Câbir b. Hayyân, Nazzâm, Câhiz, İbn Miskeveyh, Bîrûnî, İhvân-ı Safâ, İbn Tufeyl, Mevlana Celâleddin Rûmî, İbn Haldûn ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi birçok meşhur isim “evrim” hakkında olumlu konuşmayı İslam inancına muhalif görmemiştir. Çünkü bu isimler Kur’an’ın yaratılışla ilgili ayetlerinde bilimsel merakı gidermek gibi bir amaç gözetilmediğini, dolayısıyla söz konusu ayetlerden yaratılış şeması çıkarmanın mümkün olmadığını fark etmiş, bundan dolayı da meseleyi bilimsel alanda irdelemişlerdir.

    Yaratılışla ilgili ayetler insanın kendini var eden Cenâb-ı Hakk’ı tanıyıp bilmesi, O’nun ihsan ettiği sayısız nimete nankörlükle değil, iman ve teslimiyetle karşılık vermesi gerektiğini vurgulamaya yöneliktir. Hâl böyleyken söz konusu programda evrimi reddetmek adına konuşan bir akademisyen, “On binlerce yıl önce deney ve gözlem yapılmış mıydı?” mealindeki cümleyi defalarca tekrarlayarak maalesef hem kendi zekâsıyla alay etti hem de muhtemelen sayısız izleyiciye saç baş yolduruverdi. Hele de Tîn Suresi’ndeki ve-lekad halaqne’l-insâne fî ahseni takvîm ayetinden hareketle, “Bak, Allah insanı en güzel surette yaratmış; peki, maymunun neresi güzel?!” demesi, evlere şenlikti. Belli ki Sayın Akademisyen, son zamanlarda müfessirliğin anonim bir meslek dalı hâline gelmesinin verdiği şevkle, “Benim neyim eksik” diyerekten, “ehsan-i takvîm”i fizyonomik güzellik ve estetiğe bağladı, “esfel-i sâfilîn”i ise “ahlâken dibe vuruş” diye açıkladı.

    Bu vesileyle belirtelim ki tefsir geleneğindeki birçok büyük müfessir “ehsan-i takvîm” lafzını “gençlik ve dinçlik çağı”, “esfel-i sâfilîn” lafzını da “yaşlılık ve bunama çağı” (erzel-i ömür) diye izah etmiştir. Surenin metin dışı ve metin içi bağlamıyla da örtüşen bu yoruma göre ilgili ayetlerde, “Ey kâfir/nankör kişi! Bu dem-i devran hep böyle sürmeyecek, yarın bir gün belin bükülecek, sonunda ölüm gelecek ve böylece inkâr ettiğin gerçek, ‘Gel, hele!’ diyecek” mesajı verilir. Surenin altıncı ayetinde ise -Asr Suresi’ndeki ifade tarzına benzer şekilde- müminlerin bu zımnî tehditten müstesna kılındıkları belirtilir. Ayrıca bir sonraki ayetin, “Nedir sana dini yalan saydıran şey?!” mealindeki ifadesinde ima edildiği üzere, Tîn Suresi’ndeki “insan” kelimesiyle insan türü değil, diğer birçok ayette olduğu gibi kâfir/nankör insan tipolojisi kastedilir. Bu konuda İbnü’l-Cevzî ve Kurtubî gibi müfessirlerin tefsirlerine bakılabilir ve böylelikle ilk Müslüman nesillerin kelimeyi nasıl açıkladıkları öğrenilebilir.

  • İş kazası geçiren işçinin hakları neler?

    – SGK’ya göre hangi haller iş kazasıdır?

    Sigortalının;

    – İşyerinde bulunduğu sırada,

    – İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda,

    – Emziren kadın sigortalının çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda,

    – İşverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş geliş sırasında meydana gelen ve sigortalıyı bedenen ya da ruhen engelli hâle getiren olay.

    Bu bağlamda, örneğin iş yerinde düşüp kafasını vuran işçinin, hemen o anda değilse bile, sonradan geçirdiği beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetmesi iş kazası sonucu ölüm olarak değerlendirilir.

    – Trafik kazaları iş kazası sayılır mı?

    Örneğin, işveren sigortalıya araç tahsis etmişse, sigortalının bu araçla işe gidiş geliş sırasında yaptığı trafik kazası iş kazası sayılıyor. Ancak sigortalı kendi arabasıyla işe gelip gidiyorsa bu gidiş geliş esnasında yaşanan kaza iş kazası olarak değerlendirilmez.

    – İşverenin emriyle gidilen yerde kaza geçilirse ne olacak?

    İşveren eğer işçisini işi dışında bir görevle bir yere göndermişse, bu sürede yaşanan kaza da iş kazasıdır. Örneğin, işveren sigortalıyı “Elektrik faturasını bankaya yatır da gel” diyerek bankaya göndermişse ve sigortalıya karşıdan karşıya geçerken yolda araba çarpmışsa, bu durum da iş kazası olarak değerlendirilir.

    – Peki ya, iş yerinde geçirilen kalp krizi?

    SGK tarafından 2016’da yayımlanan bir genelgeye kadar, iş yerinde kalp krizi geçiren bir çalışanın geçirdiği kalp krizinin niteliğine göre geride kalanlara gelir bağlanıp bağlanmayacağına karar veriliyordu.

    Kalp krizi iş yerindeki bir olayla ilgili olmadan geçirilmişse ve dışarıdan bir etki söz konusu değilse, durum iş kazası olarak değerlendirmiyordu.

    SGK bu uygulamadan 2016’daki genelge sonrası vazgeçti. Kalp krizi geçiren çalışana iş kazası sigorta kolundan sağlanan yardımlar yapılmaya başlandı. Kalp krizi ile birlikte süreğen hastalıklar nedeniyle iş yerindeki ölümler de aynı çerçevede değerlendiriliyor.

    – İş kazası olmayan olay iş kazası diye bildirilirse ne olur?

    SGK’ya bildirilen bir olayın iş kazası sayılıp sayılmayacağının belirlenmesi için gerektiğinde SGK’nın denetim ve kontrol ile yetkilendirilen memurları tarafından veya iş müfettişleri vasıtasıyla soruşturma yapılabilir.

    Bu soruşturma sonunda yazılı bildirilen hususların gerçeğe uymadığı ve olayın iş kazası olmadığı tespit edilirse, SGK tarafından bu olay için yersiz olarak yapılmış ödemeler, ödemenin yapıldığı tarihten itibaren gerçeğe aykırı bildirimde bulunanlardan, yasal faiziyle birlikte geri istenir ve bu kişilere idari yaptırım uygulanır.

    – İş kazası sonrasında sağlanan yardımlar neler?

    İlk olarak, iş kazası sonrası hastaneye gidip rapor alan sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneği ödeniyor.

    Örneğin, iş yerinde işini yaptığı sırada kayıp düşen ve ayağı kırılan sigortalı hastaneye gidip 10 günlük rapor alırsa, SGK 10 gün için sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneği ödüyor. Bununla birlikte, sigortalının geçirdiği iş kazası sonrası meslekte kazanma gücünü en az yüzde 10 oranında kaybettiğini sağlık kurulu raporuyle belgelemesi halinde, sigortalı SGK’dan sürekli iş göremezlik geliri alabiliyor.

    Geçirdiği iş kazası nedeniyle sigortalı eğer hayatını kaybederse, geride kalan hak sahiplerine ölüm geliri bağlanıyor.

    – SGK her gün için ödeme yapar…

    SGK hastalık sigortası çerçevesinde istirahat raporu alan sigortalılara üçüncü günden itibaren geçici iş göremezlik ödeneği öder. Ancak iş kazası halinde durum farklıdır. İş kazası sonucu istirahat raporu alan sigortalıya raporun ilk gününden itibaren geçici iş göremezlik ödeneği ödeniyor.

    – İş kazası sonucu hayatını kaybeden sigortalının geride kalanlarının ölüm aylığı alabilmesi nasıl oluyor?

    SGK, ölüm sigortası kapsamında geride kalan hak sahiplerine aylık bağlamak için ölen sigortalının belirli süre prim ödemesi koşulunu arıyor.

    Ancak iş kazası sonrası ölümlerde, geride kalan hak sahiplerine aylık bağlanabilmesi için ölen sigortalının bir gün bile sigortasının olması yeterli. Dahası, sigortalının işe girişi yapılmamış olsa bile geçirilen kaza sonrasında SGK durumu sorgulayarak sigortalının o iş yerinde çalıştığını tespit ederse, geride kalanlara yine ölüm geliri bağlanır. Ayrıca, iş kazası sonrası ölen kişinin ölüm sigortasından da aylığa hak kazanmış olması durumunda, iş kazası sigorta kolundan ölüm geliri, ölüm sigortasından ise ölüm aylığı birlikte bağlanacaktır.

    – Babasını veya annesini iş kazası sonucunda kaybeden kız çocuklarına çeyiz parası

    Babasını veya annesini iş kazası nedeniyle kaybeden ve ölüm geliri almakta olan kız çocuğunun evlenmesi halinde ölüm geliri kesiliyor. Bununla birlikte,
    SGK resmi nikâhla evlenen kız çocuğuna ölüm gelirinin iki yıllık tutarını peşinen evlenme ödeneği olarak ödüyor.

    – 2018 yılı cenaze ödeneği

    Cenaze ödeneği sigortalının sırasıyla eşine, yoksa çocuklarına, o da yoksa anne ve babasına, o da yoksa kardeşlerine veriliyor. Cenazenin bu kişiler dışında gerçek veya tüzel kişiler tarafından kaldırıldığının belgelenmesi durumunda ise masraflar gerçek veya tüzel kişilere ödeniyor. 2018 yılı için SGK tarafından belirlenen cenaze ödeneği tutarı 595 TL’dir. 1 Ocak ve 31 Aralık 2018 tarihleri arasında vefat eden kişiler için bu tutar ödenecek.

  • Sendikal örgütlenmede yeni yöntemler

    Günümüzde sendika-laşma ve toplu iş sözleşme uygulaması önemli ölçüde azaldı. Bunun en önemli nedeni değişen istihdam biçimleri ve kayıtdışı çalışmada yaşanan artış. Değişen istihdam biçimleriyle tipik olmayan iş ilişkileri doğmuştur. Tipik iş ilişkisi denilince akla ilk gelen, belirsiz süreli iş sözleşmesiyle tam süreli olarak bir iş yerinde istihdam edilen kişi ile işverenin kurduğu ilişkidir. Tipik olmayan iş ilişkileri ise bu tanıma uymayan bütün iş ilişkilerini kapsama almaktadır. Örneğin, belirli süreli sözleşmelerle çalışma, kısmi süreli çalışma, alt işveren yanında çalışma veya geçici iş ilişkisi kurma tipik olmayan iş ilişkilerindendir. Kayıt dışı çalışma ise kamuya beyan edilmemiş faaliyet olarak tanımlanmaktadır. 

    İletişim zayıf

    Tipik olmayan iş ilişkileri kapsamında veya kayıt dışı olarak çalışan kişiler ile sendikalar arasındaki iletişim, bu kişilerin sendikal örgütlenmeye dâhil olmakta yeterli teşviklerinin bulunmaması, sendikaların da ilgili kişilerin işgücü piyasasındaki konumları nedeniyle ulaşmakta zorluk çekmesi nedeniyle zayıf veya kopuk olmaktadır. Çalışma Bakanlığı ve ILO tarafından hazırlanan “Örgütlenmesinde Güçlük Çekilen Çalışanların Örgütlenmesi ve Temsili: Türkiye için Çıkarımlar” raporu konuyu derinlemesine analiz ediyor.

    Kayıtdışı artıyor

    Kayıt dışı çalışan, tipik olmayan iş sözleşmelerine sahip olan veya raporda belirtildiği üzere, “örgütlenmesinde güçlük çekilen çalışanlar (ÖGÇ)” olarak değerlendirilen çalışanların sayıları giderek artıyor. Örgütlenmenin olmaması ilgili çalışanların sosyal taraflar arasında yeterli düzeyde temsil edilmesine engel oluşturuyor. Bu tür çalışanların temsili, kapsayıcı ve sosyal açıdan sürdürülebilir büyüme sağlamak için çok önemli olduğundan, temsil edilmemeleri halinde, üretilen sosyal politikalar ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalıyor. 

    Özel ihtiyaçlar

    Çalışanların örgütlenmesine yönelik olarak geliştirilecek yöntemlerin başarısı farklı çalışan gruplarının özel ihtiyaçları ile beklentilerinin dikkate alınmasından ve yöntemlerin bu çalışan gruplarına özgülenmesinden geçiyor. Geliştirilen yöntemlerin çeşitliliğinin yanı sıra, bu yöntemlerin uygulanabilmesine yönelik yasal düzenlemeler yapılmalı, etkili uygulama için asgari haklar ve korumalar ayrıca sağlanmalıdır. 

    Rapora göre, liberal ülkeler hariç olmak üzere, çoğu Kıta Avrupa’sı ve Latin ülkelerindeki işçi sendikaları, standart olmayan işçileri kapsayacak ve örgütleyecek şekilde uyarlama konusunda zorluklar yaşadılar. Stratejilerin yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanmasına karşın, örgütleme stratejilerinin genişletilmesi konusunda önemli zorluklar varlığını halen sürdürüyor. Stratejilerin geliştirilerek başarılı bir şekilde uygulanmasında üç önemli faktör bulunuyor. Bunlar kurumsal düzen, işçi sendikalarının güç kaynakları ve örgütsel yapıları. Bu üç faktörün yeterli ve etkin bir şekilde kurulması halinde, örgütlenme yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanması daha kolay oluyor.

    Strateji önerileri

    Örgütlenmesinde güçlük çekilen çalışanların örgütlenmesi için yeni güç kaynaklarının oluşturulması tavsiye ediliyor. Raporda, işçi sendikalarının çalışan kooperatifleri, sivil toplum kuruluşları (STK) veya kayıt dışı çalışan dernekleri de dâhil olmak üzere diğer aktörlerle işbirlikleri kurmaları gerektiği belirtiliyor. Bu tür birlikteliklerin özellikle işçi sendikalarının çalışanlara ulaşma konusunda zorluk yaşadığı kayıt dışı ekonomide faydalı olduğu belirtiliyor. 

    Yerinden yönetim

    Sendikaların karar alma ve uygulama sistemlerinin merkezden yönetimden ziyade yerinden yönetime uygun hale getirilmesi durumunda ilgili çalışanların örgütlenmesinde başarılı olma ihtimalinin daha yüksek olduğu ifade ediliyor. Ademimerkeziyetçi bir yapının, örgütlemeye yönelik olarak daha farklı çalışan gruplarını, sektörlerini, iş yerlerini kapsayabilmek adına bu çalışanlara özel karşılıklar veren bir yaklaşım sergileyebileceği belirtiliyor. 

    Finansal kaynak

    Toplu iş sözleşmesi kapsamına giremeyen iş yerlerinde, sendikalar finansal ve örgütsel kaynaklar yaratarak çalışanlar açısından cazip hale getirilebilir. Raporda bunun için işçi sendikalarında kampanyalar ve politikalar geliştirmek üzere özel birimler oluşturulması gerektiği, örgütlenme kampanyalarını yürütecek kişilere özel eğitimler verilmesi gerektiği vurgulanıyor. 

    Kayıt dışı ve standart olmayan çalışanların karşı karşıya kaldıkları koşullara ilişkin farkındalık yaratma kampanyaları yapılmasının ilgili kişilerde ve toplumda örgütlenme konusunda bilinç düzeyini artıracağı belirtilerek, bu tür işçilere ulaşımın iş yerinin sınırlarını aşması gerektiği ifade ediliyor.

  • İnce’nin yeni hedefi İstanbul mu?

    Muharrem İnce’yi pazartesi akşamı, CNN Türk’te izlerken, konu İstanbul belediye başkanlığına gelince “Acaba doğru mu duyuyorum” diye kulaklarımı kontrol etmek zorunda kaldım.

    Şöyle dedi İnce: “Ben önümüzdeki dönem cumhurbaşkanı adayı olacağım, bunda kararlıyım. Cumhurbaşkanlığı seçimine 5 yıl var, ama ben 5 yıl süreceğini sanmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce ne olur, onu bilemiyorum. Ama benim böyle bir talebim yok. Bana bunu söyleyenler var. Partim böyle bir teklifle gelirse ben cumhurbaşkanı adayı olacağım, derim. Şu da olur tabi: Bugün İstanbul’u alacak olan bir belediye başkanı, doğal cumhurbaşkanı adayıdır zaten. Ben siyasetin gerekliliğini söylüyorum. Siz ya da başkası, İstanbul 94’ten bu yana AKP’nin elinde. Aday olmak ve kazanmak lazım. Benim üzerimden konuşmayalım bunu. Ben CHP’ye teklifimi yaptım. Önümüzdeki dönem cumhurbaşkanı adayı olmak istiyorum. Ama siyaseten de bir öngörü yapıyoruz şu anda.

    İBB’yi alan bir kişi 25 yıllık AKP saltanatını yıkacak bir kişi cumhurbaşkanlığını da alır. Şunu görüyorum: O kadar popüler olur ki onu alan kişi, ne CHP Genel başkanı kalır ne cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce kalır. Kazanırsa mutlaka cumhurbaşkanı adayı o kişi olur.”

    O ZAMAN NEDEN GENEL BAŞKANLIĞI HEDEFLİYOR?

    Madem İnce’ye göre, cumhurbaşkanı adaylığı İstanbul’u kazanmaktan geçiyor, o zaman kendisi neden 24 Haziran sonrası CHP Genel Başkanlığı kavgasına girdi? Bu mantığa göre, seçim sonrası, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ben partimin İstanbul adayı olmak istiyorum, bu yönde çalışacağım” demesi gerekmez miydi?

    Ya da şayet CHP Genel Başkanı olsaydı, yerel seçimlerde İstanbul’u partisinin adayı alırsa, kendisi cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçip, çekilecek miydi?

    Yine aynı mantığa göre, CHP Genel Başkanı olsaydı, yeniden cumhurbaşkanı adayı olabilmek için bu kez kendi partisinin yerel seçimlerdeki adayı İstanbul’u almasın diye mi çalışacaktı?

    DEFALARCA KAPIYI KAPATTI

    Ne tarafından tutarsanız tutun, fevkalade tutarsız bir açıklama bu. Bu açıklama ile İstanbul adaylığına açıkça yeşil ışık yakıyor İnce. Halbuki en son birkaç hafta önce Saygı Öztürk’e verdiği röportajda “Ben cumhurbaşkanı adayıyım. Gündemimde belediye başkanlığı adaylığı yok. Belediye başkan adaylığım diye bir konum yok” demişti. Bu minvalde sözlerini 24 Haziran sonrası birçok kez dile getirmişti. Bu konu her gündeme geldiğinde İstanbul adaylığını küçümser bir tavır sergilemişti.

    Muharrem Bey’in seçim öncesi yakaladığı rüzgarı heba etmesini izlemek hakikaten üzücü. Ben açıklamalarının duygusal yönünün ağır bastığını düşünüyorum, çünkü herhangi bir tutarlılık kaygısı taşımıyor. 24 Haziran sonrası çizgisine bakınca “Cumhurbaşkanlığını istedi, olmayınca CHP Genel Başkanlığını hedefledi, o da olmayınca İstanbul adaylığına rotayı kırdı” izlenimi doğuruyor.

    Halbuki sükunetini koruyup 24 Haziran sonrası parti içi iktidar mücadelesine girmese, baştan İstanbul adaylığı yönünde ağırlığını koysa, yakaladığı rüzgarı büyütebilirdi. Ya da CHP’de kalmak yerine yeni bir parti kurup yoluna gitse çok daha iyi bir noktada olurdu bugün. Bakın, İYİ Parti ne kadar kısa sürede yüzde 10 oy aldı. Bence CHP prangasından kurtulunca İnce’nin önü açılırdı. Ama herhalde tribünlerin heyecanına çabuk kapılıyor Muharrem Bey…

    ***

    CHP aday yapar mı?

    Bu açıklamalara acaba CHP nasıl bakar? İnce’yi bunca yaşanandan sonra aday yapar mı? Parti Sözcüsü Faik Öztrak bu soruya “Her yere aday olma hakkı var” diyerek yuvarlak bir cevap verdi.

    Kulisleri yokladığımda yönetimin buna olumlu yaklaşmadığını gördüm ancak yine de CHP’de işler belli olmaz, o nedenle “Kemal Bey kesinlikle bu işe sıcak bakmaz” gibi iddialı bir cümle henüz kurmayacağım.

    ***

    Seçim ve vaatler

    Dün Muharrem Sarıkaya köşesinde çok doğru bir teşhis yapmış, muhalefet partilerinin emeklilik yaşını düzenleme konusunda Meclis’e teklif vermesi, seçim öncesi telaffuz edilen yaşı aşağı çekme vaadini gerçekleştirme yönünde daha Meclis açılmadan adım atması tam da güzel bir popülizm örneği.

    Sevgili Sarıkaya, 91’de Demirel’in seçim vaadi olarak getirip seçilince uyguladığı erken emekliliğin yıkıcı sonuçlarını hatırlatmış. Bu gün de böyle adımlar yaklaşan sandık hesabından başka bir şey değil!

    Ama maalesef bunlar sürpriz de değil. Seçim süreçleri ekonomi açısından pek de iyi süreçler değildir, zira seçmenin beklentisine uygun olarak bu dönemlerde hep kesenin ağzı açılır. O nedenle ben ısrarla yerel seçimlerin erkene alınması gerektiğini yazdım, söyledim. Türkiye bir an önce bu seçim döngüsünden çıkıp, tasarruf tedbirlerini hızlandırıp önüne bakmalı…

    Ancak yerel seçimler, öne alınma prosedürü de uzun olduğu için zamanında yapılacak görünüyor. En azından bu kez kampanyalar popülizmi değil, realizmi öncelese, 2019’da önümüzü çok daha iyi görürüz…

    ***

    BİM’den gelen açıklama

    Geçen hafta, marketlerde fiyatların çok hızlı bir şekilde arttığına dikkat çektiğim yazımda, BİM’e ceza kesildiği yönünde birçok haber olduğunu aktarmıştım. BİM’den açıklama geldi. Açıklamada “Şirketimize herhangi bir ceza kesilmemiştir. Bu yöndeki haberler tamamen gerçek dışıdır” diyor. Bilginize sunarım.

  • Avrupa Diyabet Kongresi’nde konuşulan üç kritik konu

    eçen hafta Berlin’de yapılan 55. Avrupa Diyabet (EASD) Kongresi’ne dünyanın her tarafından gelen 25 binin üzerinde uzman katıldı. Kongrede, 10 ayrı salonda dört gün boyunca diyabetle ilişkili birbirinden ilginç konular sunuldu, tartışmalar yapıldı. Bunlardan bir bölümü, çok tartışmalı konuda son noktayı koyacak kanıtları açıklaması açısından çok önemliydi.

    GLUKOZ ÖLÇÜM ALETLERİ TARİHE Mİ KARIŞIYOR?

    Bundan 30-40 yıl önce glukoz ölçüm cihazları dönemin diyabet alanında en önemli buluşlarından birisiydi.

    O dönem asistanlığımın ilk yıllarında bir diyabetlinin kan şekerini ölçtürmesi için mutlaka hastaneye gitmesi gerekiyordu, ölçümün süresi de zaten bir hasta için bir saati aşkın bir süre alıyordu.

    Hastanın evinde, kendi kendine birkaç dakikada kan şekeri değerini öğrenebileceği bir cihazın bulunması diyabet tedavisinde yeni bir dönemi başlattı. Gün içinde daha sık şeker ölçümünün mümkün olabilmesi ve daha yoğun kontrol, hem tedavi protokollerini değiştirdi hem de diyabete bağlı organ hasarlarının oranlarını dramatik bir şekilde azalttı.

    Kongrede diyabet teknolojileri bölümünde, bu cihazlardan çok daha gelişmiş yeni nesil sürekli glukoz ölçüm sistemleri sonuçları açıklandı.

    Kısaca “CGM” denilen Sürekli Glukoz Ölçüm Sistemleri 2-3 cm büyüklüğünde, bir düğme gibi cilt üzerine yapıştırılıyor, doku sıvısından her 2 dakikada bir ölçüm yapabiliyor, klasik glukoz ölçüm cihazlarıyla günde 4-5 ölçüm yapılabilirken bu cihazlar günde 720 ölçüm yapabiliyor.

    Böylece 4-5 ölçümle günlük şeker sonucunu tahmin etmek değil bütünü görmek mümkün oluyor.

    Bu cihazların diğer önemli üstünlüğü güçlü alarm sistemine sahip olmaları. Kan şekeri ani düşme ve yükselmelerde hastayı uyarıyor, böylece şeker düşüklüğü ya da yüksekliği komasını engelliyor.

    Yeni nesil CGM’ler diyabetliye 6 kişiye link verme olanağı sağlıyor. Böylece hastanın kan şeker ölçüm sonuçlarını anında doktoru, diyabet hemşiresi izleyebiliyor.

    Kongrede ayrıca cilt üstüne takılanlarda 14 güne, cildin altına implante edilenlerde ise 180 güne kadar hiç değiştirmeden sürekli ölçüm yapabilen modeller tanıtıldı.

    Sonuçta çalışmalar gösteriyor ki; glukoz ölçüm aletleri tarihe karışıyor, yerini sürekli glukoz ölçüm sistemleri alıyor.

    DİYABETİN ÖNLENMESİNDE AMELİYAT MI YOKSA YAŞAM ŞEKLİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ Mİ ETKİLİ?

    Ülkemizde “metabolik cerrahi” adı altında diyabetini iyileştirme vaadiyle binlerce insanın herhangi bir indikasyonu olmadan ameliyat yapıldığı bir süreçte, kongrede sunulan bir çalışmada ilginç sonuçlar açıklandı.

    Bu çalışmada prediyabet adı verilen henüz daha diyabetin ortaya çıkmadığı gizli şeker dönemdeki kişilerde, yaşam şeklinin değiştirilmesi mi, ilaç mı, cerrahi müdahale mi daha etkili olduğu araştırılmış.

    Çalışmada bir grup hastaya 2 yıl boyunca metformin verilmiş, diğer grup hastaya gastrik bant takılmış ve izlenmiş.

    2 yıl sonunda, iki grupta da vücuttaki insülin duyarlılığının artışında da tansiyon, kollesterol, trigliserid gibi biyokimyasal parametrelerde de önemli bir fark bulunmamış. Sadece gastrik bant grubunda kilo verme oranı biraz daha yüksek bulunmuş.

    Buna karşılık benzer grupta yapılan bir başka araştırmada (Finlandiya çalışması), kilonun % 5’ini veren ve günde sadece 30 dakika yürüyen kişilerde diyabetin % 56 oranında önlendiğini gösterildi.

    Bu çalışmalar gösteriyor ki diyabetin önlenmesinde en etkili yöntem; yaşam şeklinin düzenlenmesi, doğru beslenme ve egzersiz birinci sırada. İkinci ve üçüncü sırada ilaç ve cerrahi geliyor.

    Sonuçta diyabetin önlenmesinde hemen cerrahi müdahale son seçenek olmalı, doğru beslenme, düzenli egzersiz diyabetten yaşam boyu koruyor.

    KARACİĞER YAĞLANMASI DİYABETİN ÖN HABERCİSİ Mİ?

    Karaciğer yağlanması tip 2 diyabetlilerde sıklıkla görülen bir tablo.  Bundan 20 yıl öncesine göre çok daha hızlı artış gösterdiğini biliyoruz. Bilimsel ismiyle non-alkolik steateohepatit (NASH) kanda karaciğer enzimlerinin artışıyla ya da ultrason tetkikleriyle kolaylıkla saptanabiliyor ama tedavisi oldukça zor.

    İyi tedavi edilemediği zaman karaciğerde fibroza ve bir süre sonra da siroza neden olabiliyor. Kimi araştırıcılar yağlı karaciğeri olan tip 2 diyabetlilerde siroza gidiş oranının % 20’lere kadar artış gösterdiğini söylüyor.

    Yapılan son çalışmalar özellikle diyabetli olmayan 45 yaş altı, genç, normal kilolu kişilerde karaciğer yağlanmasının büyük bir patlama gösterdiğini, özellikle plaza/AVM çalışanlarında bu oranın % 50’lere ulaştığını gösteriyor.

    Kongrede sunulan bir çalışmada yağlı karaciğeri olan genç bir gruptaki kişilerin hemen tamamında gizli şekerin varlığını gösteren parametreler bulundu. Bir süre sonra da tip 2 diyabeti gelişiyor.

    Buradan iki sonuç çıkıyor, birincisi yağlı karaciğer artık bir orta yaş hastalığı değil, ikincisi de diyabetin en erken göstergelerinden birisi, alarme olmak gerekir.

    ÜLKEMİZ ADINA GURUR VERİCİ BİR ÖDÜL

    55. EASD Kongresi’nde hepimizin gurur duyduğu bir ödül törenini izledik.

    Novo-Nordisk/EASD Diyabet Mükemmeliyet Ödülü’nü bu yıl bir Türk, Harvard Üniversitesi Sabri Ülker Araştırma Merkezi’nin direktörü Profesör Gökhan Hotamışlıgil aldı.

    Kongrenin en prestijli ödüllerinden birisi olan bu ödül bugüne kadar çok az sayıdaki bilim insanına verildi.

    Ödül törenini başta Sabri Ülker Gıda Araştımaları Enstitüsü Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Ali Ülker ve Genel Müdürü Begüm Mutuş olmak üzere Türkiye’den gelen birçok işadamı ve basın mensubu izledi.

    Dr. Hotamışlıgil ödül töreninde yaptığı konuşmada artık hücre araştırmaları için elektron mikroskobunun altındaki iki boyutlu görüntünün yeterli olmadığını, hücre çalışmalarında üç boyutlu görüntüye ihtiyaç duyulduğu söyledi ve bu konuda yaptıkları araştırmaları görüntülerle anlattı.

    Ama ödülden belki de daha önemli olanı Profesör Hotamışlıgil’in konuşmasının bitiminde gösterdiği son slayttı.

    Bu slaytta ekibiyle birlikte çekilmiş toplu bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta ekibinde yer alan her araştırıcının üzerinde geldikleri ülkelerinin bayrakları yer alıyordu.

    Dünyanın birçok ülkesinden gelen araştırıcıdan oluşan bu ekibin başında bir Türk’ün olması ülkemiz açısından çok gurur verici bir tabloydu.

    Slaytta dikkatleri üzerinde toplayan diğer önemli nokta da ekipteki ağırlık en çok ülkemizden gelen (bunların ikisi benim öğrencilerimdi) genç araştırıcılardaydı. 

    Profesör Hotamışlıgil’i hem aldığı ödül için hem de bu ülkenin gençlerine verdiği destek için kutluyorum.