Kategori: Genel

  • On maddede Cemal Kaşıkçı hadisesi

    Suudi Gazeteci Washington Post yazarı, Muhammed Bin Selman muhalifi ve Türkiye dostu Cemal Kaşıkçı’nın ölümü ile ilgili iddialar akıllara durgunluk verecek türden vahşi detaylar içeriyor. Kaşıkçı’ya işkence edildiği ve parçalara ayrıldığı da iddialar arasında. Kayboluşundan öldürülme biçimine, kimlerin öldürmüş olabileceğine, Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu kaybolma-cinayet vakasındaki rolüne ilişkin onlarca iddia var.

    Şimdiye kadar kabul gören ve yetkililerin araştırmalarına referans teşkil eden kısımlar şöyle:

    1) Kaşıkçı, Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’na giriş yaptı ve ondan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Kaşıkçı’nın binaya girdiği ispat edilebiliyor. Ancak aynı kameralar Kaşıkçı’nın çıktığını tespit etmemiş.

    2) Evlilik ile ilgili işlemler nedeniyle konsolosluğa giden Kaşıkçı, içeri girmeden önce nişanlısına AK Parti Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve Türk Arap Medya Derneği Başkanı Turan Kışlakçı’nın irtibat numaralarını veriyor. Demek ki bu kadarını beklemese bile, az da olsa başına bir şeyler gelmesi ihtimalinden endişe ediyor. Çünkü ABD ve İngiltere’nin reformlarını öve öve bitiremediği Muhammed bin Selman saray darbesiyle iktidara gelmiş bir isim ve tepeden tabana doğru inen katı yaptırımlarla reformların gerçekleşebileceğini savunuyor. Kaşıkçı ise, gerçek reformun ve gerçek modernleşmenin topluma demokratikleşme fırsatı vermekle mümkün olduğunu savunuyor.

    3) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile MİT geniş çaplı bir inceleme yürütüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Pazartesi günü yaptığı açıklamada Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı’nın konsolosluktan çıktığını ispat etmesi gerektiğini söyledi.

    4) Turan Kışlakçı, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolduğu gün olan 2 Ekim günü Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye iki ayrı uçakla gelen 15 kişilik bir ekip olduğunu iddia etmişti. Yapılan araştırmalarda Arabistan’dan H2-SK1 ve H2-SK2 kuyruk tescilli iki uçağın birer saat aralıklarla Atatürk Havalimanı Genel Havacılık Terminali’ne iniş yaptığı ve uçaklarda 13 kişi olduğu öğrenildi.

    5) Acı gerçek şu ki, konsolosluk ve elçilik binaları ilintili oldukları ülkenin toprağı sayılır ve ev sahibi ülke, yabancı ülkenin toprağı sayılan bu binalara dilediği zaman dilediği şekilde girip arama, inceleme yapamaz. 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi nedeniyle, Türk emniyet unsurlarının Başkonsolosluk binasını “suç mahali” olarak tanımlayarak inceleme yapması ancak Suudi Arabistan hükümetinin izin vermesiyle, yani Türkiye ile işbirliği yapmasıyla mümkün. Ancak Kaşıkçı’nın ziyareti esnasında -her nedense- kameralar çalışmıyordu ve bunu ifade eden de bizzat Başkonsolosluk idi. Sadece bu gösterge bile Suudi Arabistan’ın çözüm üreten bir işbirliği içinde olmayacağını anlatmaya yeterli.

    6) Suudi Veliaht Prensi, bir yandan Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili iddiaları yalanladı, diğer yandan, Türk hükümetinin istemesi durumunda başkonsolosluk kapılarının açılabileceğini söyledi. Prens bu açıklamayı yaparken Türkiye, Suudi Arabistan Büyükelçisi’ni ikinci kez Dışişleri Bakanlığı’na çağırmış ve ikinci kez arama izni talep etmişti.

    7) Dün, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın durumuyla ilgili, “Soruşturma çerçevesinde konsolosluk binasında inceleme yapılacaktır” dedi. Çünkü, Viyana sözleşmesi, konsolosluk binalarına dokunulmazlık tanımakla beraber ‘diplomatik misyon şefinin muvafakati’ ev sahibi ülke makamlarının konsolosluk binasında inceleme yapabilmesini mümkün kılabiliyor. Ne çare ki, Kaşıkçı’nın son görüldüğünden bu yana izleri kapatmaya yetecek zamanları vardı.

    8) Ankara, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmadığını, öldürüldüğünü ve bu cinayetin konsoloslukla ilgili olduğunu düşünüyor. Ancak sorun şu: Ortada bir ceset yok. Ceset olmadığı için, kimi ne ile itham edeceğiniz sorunu baş gösteriyor, hele hele Suudi hükümetini suçlamanız daha da zor hale geliyor. Çok güç de olsa, günler sonra gerçekleşecek konsolosluk aramasında önemli bir bulgu elde edilirse, o başka.

    9) Suudi gazetecinin İstanbul Başkonsolosluğunda öldürüldüğü kesinleşse ve diplomatların cinayetteki rollerine dair saptamalar yapılabilse dahi, Türkiye’nin diplomatik dokunulmazlığı bulunan kişilere uygulayabileceği tek yaptırım var, onları persona non grata ilan etmek ve Türkiye’den ayrılmalarını sağlamak.

    10) Ancak cinayetin iddia edildiği mahalde gerçekleştiği kesinleşirse, o zaman bu eylem uluslararası sözleşmelerin ihlalinin dışında Suudi Arabistan devletinin İstanbul’daki Başkonsolosluğunu kullanarak Türkiye’deki hukuk ve kamu düzenini hiçe saymış olduğunu belgeleyecek. Ankara Riyad’a tepki olarak kendi büyükelçisini çekebilir ve Türkiye’deki Suud büyükelçisinin ayrılmasını da isteyebilir.

    Sonuç: Her hâlükârda Türkiye-Suudi Arabistan ilişkisi kötü etkilenecek. Ancak gidişat biraz da, ABD’nin, Washington Post’ta yazan Cemal Kaşıkçı’ya ne kadar sahip çıkacağına, Suudi Arabistan’a hak ettiği cevabı verip veremeyeceğine bağlı. ABD, eğer hem gazetecisine hem Türkiye’ye yapılan saygısızlığa karşı ciddi bir tutum takınırsa Suudi Arabistan yönetimi cinayeti aydınlatmak zorunda kalır ve bedel öder. Aksi bir tutum ve davranış ise, Türkiye’yi Rusya ve İran’a iten olaylar zincirine bir halka daha ekler.

  • Boğaziçi Üniversitesi’nde verimlilik kongresi

    TÜRKİYE Verimlilik Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi’nin işbirliği ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle 13-14 Ekim tarihlerinde (yarın ve pazar günü) Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampusu’nda, ‘Kreatif Endüstrilerde Verimlilik Kongresi’ gerçekleştiriliyor.

    Türkiye’deki kreatif endüstrileri altı farklı komisyonda (Müzik ve Gösteri Sanatları Komisyonu, Sinema, Radyo ve Televizyon Komisyonu, Edebiyat ve Yayıncılık Komisyonu, Görsel Sanatlar, Medya ve Reklamcılık Komisyonu, Dijital Kültür ve Yeni İş Modelleri Komisyonu, Kültürel Miras ve Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Komisyonu) ekonomik verimlilik açısından değerlendirilecek, katılımcılarla fikir alışverişi yapılacak ve kongre bildiri metni yayımlanacak.

    Amaç: Türkiye ve dünyadaki değişme ve gelişmeleri izleyerek, verimlilik alanında sürdürülebilir kalkınma ve rekabet odaklı ekonomik hedeflere uygun olarak çevre dostu verimlilik politika ve stratejileri hazırlamak, ekonominin tüm kesimlerine, sektörlerine ve işletmelerine yönelik araştırma, eğitim, danışmanlık, yayın, tanıtım ve rehberlik, ölçme, izleme ve değerlendirme çalışmaları yapmak, enstitü, araştırma ve eğitim merkezleri, orta ve yükseköğretim eğitim kurumları kurmak ve işletmek, toplumda verimlilik kültürünün geliştirilmesi ve verimlilik bilincinin oluşturulmasına, verimliliği arttırma program ve projelerinin özendirilmesine ve teşvik edilmesine yönelik çalışmalar ve belgelendirme yapmak ve bu konularda kamuoyuna ve ilgili kurum ve kuruluşlara çözüm seçeneklerinin oluşmasında katkıda bulunmak.

     

  • Mobilya sektöründen bildiriyorum

    Döviz kurlarındaki dalgalanma stabilize olmuş görünüyor. Trump ve Mike Pence’in Brunson krizi üzerinden Türkiye’yi hedef gösterdikleri ve literatüre Türkiye’nin ‘Kara Cuma’ sı diye giren; 1 doların 7 TL’yi aştığını gördüğümüz o günkü hava yok. Sözkonusu dalgalanmanın ve ortaya çıkan avantajsız durumun ‘ekonomik kriz geliyor’ feveranını haklı çıkarmayacağını düşünenler Bodrum’un 9 gün süren bayram tatili süresince nüfusunun nasıl da kalabalıklaştığını örnek gösteriyor.

    Kriz beklentisi içinde olmak ve sürekli panik halinde olmak durağan bir ekonomiyi bile zora sokar, doğru. Soğukkanlılıkta fayda var. Ancak herhalde kimse doların 6 TL üzerinde stabilize olmuş olmasından sorunların tamamen geride bırakıldığını düşünmüyor. Düşünmeyi bırakın, küçük ve orta ölçekli işletmeler, üreticiler şimdiden fazlasıyla etkilenmiş durumda. Çünkü üretim kelimesinin ilk harifini söylediği anda ithalatın, dövizle alışverişin sularına girmiş oluyorlar.

    2017 yılı verileri ithalattaki artışın, ihracattaki artıştan daha fazla gerçekleşmiş olduğunu ortaya koymuştu. İşin ilginci bu durum, son yılarda ithalata getirilen tarife ve tarife dışı engellere rağmen gerçekleşti.

    Nedeni üretim kalemlerimizin pek çoğunun ithal malzemeye dayanması.

    Nedeni, iyi bir montaj ülkesi olmamıza rağmen hammadde fakiri bir ülke olmamız.

    Düşünün ki, ithalatta; hammadde, yarı mamul madde gibi girdi türü ürünlerin, toplam ithalattaki payı % 85 civarında. Yani bir şey üretip ihraç edebilmemiz ithal edebilmemize bağlı.

    Düşünün ki:

    Ahşap yonga levha ve türevleri ithal

    Tüm plastik malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm metal malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm yarı iletken elektronik malzemeler ithal

    İTHALAT BAĞIMLILIĞINDAN EN ÇOK ETKİLENEN SEKTÖR

    Misal, mobilya sektörünü ele alalım. Türkiye mobilya konusunda oldukça önemli bir çıkış yakalamış durumda. Mobilya demek sadece oturma grubu, konsol ya da dresuarlardan oluşmuyor malum. Özelliği olan ahşap ve metal mobilyalar ve mobilya aksamı (parçaları), MDF plakalar, aliminyum saç levhalar,  yatak grupları da mobilya sektörünün alt grupları. 2016 verilerine göre Türkiye dünya çapında yüzde 1.5 pazar payı ile mobilya ihracatı yapan ülkeler sıralamasında 15’inci sıradaydı.Gelgelelim bir de aynı sektörde ithalat yapan ülkeler sırlaması var. Türkiye o sıralamada 16. Sırada.Yukarıda da dediğimiz gibi, mobilya yapıp ihraç edebilmek için çok sayıda ‘şey’ ithal etmek zorundayız.

    En başta mobilyanın ana maddesi, özellikle panel mobilyalar için vazgeçilmez olan MDF plakaları üretebilmek için ihtiyaç duyduğumuz tomrukları ithal ediyoruz. Amerika’dan ve Rusya’dan. Nedeni iklim olarak gösteriliyor. Tomruk elde etmek için kullanılan ağaçlar bu iki ülkede iyi yetişiyor. Hiç değilse bir kısmını ülkemizde yetiştirmeyi denedik mi, şüphem var.

    Sadece tomruk değil, aliminyum mobilya aksesuarlarımız da ithal.

    Sadece aliminyum değil, yine mobilya için vazgeçilmez olan saç levhalar için gerekli demir hurdası, demir cevheri, bakır hurdası, bakır cevheri gibi materyalleri de ithal. Hurdaları-cevherleri alıp saflaştırarak saç levha yapıyoruz. Bunlar sözkonusu sektörün hammaddeleri olduğu için üreticisine de hammadde üreticisi diyoruz. Ama o hammaddeleri elde etmek için de ithalat yapmak gerekiyor.

    SEKTÖR İÇİ İSTİSMAR YILDIRICI HALE GELMİŞ DURUMDA

    Ancak sorun orada bitmiyor: Sözkonusu malzemeleri yani saç levhaları, MDF ve yonga levhaları yapan, hammadde üreticisi fabrikalar döviz kurlarını bahane ederek, dalgalanma olsun olmasın zam yapıyorlar, keyfi olarak satışı durdurabiliyorlar. Yani: Ara mamül üreticisi o mamülleri satın alarak nihai şeklini verecek küçük orta ölçekli mobilya üreticisini sürekli olarak istismar ediyor.

    Hemen bayram öncesinden, taze bilgi misal… Saç levha satışları, levhalar kısa süre önce zamlanmasına rağmen bayram öncesine tekabül eden dalgalı süreçte tamamen durdu. Sebebi malum: Stokçuluk

    Ahşap malzemeler; MDF ve Yonga levhalar için ise fabrikalar ‘bayramdan sonra %20 zamlanacak, ona göre’ mailleri atmışlardı üreticilere. Oysa zaten, bayramdan on gün kadar önce %7 oranında zam yapmışlardı.

    Üçüncü hava limanında kullanılmasından dolayı mobilya sektöründe tek başına enflasyon arttırıcı bir materyal haline gelen ‘kompakt laminant’ bir istismar aracı olmuş durumda. Şöyle ki, üç üretici var, üçü de yerli, yıl içinde dört-beş kere zam yaptılar ve buna rağmen avro ile satış yapıyorlar.

    Dikkatinizi çekiyorum, dışarı değil, içeri, iç piyasaya avro ile satış. Hem de ‘yerli ve milli hassasiyetlere sahip bütün vatandaşlar kenetlenecek, kriz algısı yaratılmayacak’ döneminde.

    Sonuç: küçük orta ölçekli mobilya üreticisinin mecburen ve çok zahmetli olmasına rağmen Çin’e yönelmesi ve dış ticarete bir ‘ithalat’ kalemi daha eklenmesi.

    KÜÇÜK-ORTA ÖLÇEKLİ ÜRETİCİ FİRMALAR BU ŞEKİLDE AYAKTA KALAMAZ

    Çok merak ediyorum, içinde olduğumuz ‘darboğaz’ serbest piyasa teamüllerini rafa kaldıracak, ‘ekonomik kriz’ diyeni hain ilan etmeyi gerektirecek kadar hassas ise, sözkonusu üç üreticinin iç piyasaya avro ile satış yapması nasıl makul olabiliyor?

    Yerli hammadde üreticileri yerli küçük orta işletlemelerini ezen fırsatlar peşinde koşarken nasıl milli olunuyor?

    IPhone kırmak, bu marka dışındaki herhangi bir telefonla selfie çekip Türk bayraklı profillerden yayınlamak yetiyor mu?

    Sözün özü, küçük orta ölçekli işletmeler, istismarları önleyecek; hasarı, riskleri, yükü paylaştıracak önlemlere ve düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin ne kadar büyük ve güçlü bir ekonomi olacağı ile ilgili retorikler yüreklendirici olsa da yeterli değil. Zira malum, ‘gelecek’ önemli, lakin herşey ‘şimdi’ oluyor.

  • Gol atmayı bilmiyoruz!

    “Gençlerle yeni bir oyun felsefesi kuracağım” diyor Mircea Lucescu…

    Bosna Hersek karşısında oyunu gördük, ancak felsefeyi pek çözemedik. Genç dediğimiz oyuncuların tamamı takımlarında ilk 11’de oynuyor. Üstelik sahaya çıkan takımın 7’si Avrupa’nın çeşitli kulüplerinden çağrılmış…

    Artık, günümüz futbolunda gençleşme modeli yerine performansı iyi olan her futbolcu “genç” sayılıyor. Üstelik Milli Takım düzeyinde olunca, oyuncu seçimi de bu yönde ağırlık kazanıyor…

    İşin bu yönü tartışılır…

    Romen teknik adamla bugüne kadar 14 maça çıktık. İnişli çıkışlı bir grafik ortada… Çokta başarılı olduğu söylenemez.

    Pazar günü Rusya ile oynayacağımız UEFA Uluslar Ligi öncesi yapılan hazırlık maçı önemliydi. Elde ki oyuncuların durumunu görmek ve uygulanacak taktiği prova etmek için iyi bir fırsattı…

    Lucescu, Rusya karşılaşmasının kadrosunu sahaya sürmek yerine, “gençleri görmek” istedi anlaşılan. Elbet bir bildiği vardır…

    Bosna Hersek, fizik gücüyle oynayan yüksek toplarda etkili bir takım. Bize göre zayıf bir takım. Teknik becerisi üst düzey oyuncu sayımızı daha fazla. Tecrübe anlamında yine öndeyiz…

    Üstelik kendi seyircimiz önünde oynuyoruz. Neresinden bakarsanız bakın avantajlıyız anlayacağınız…

    Karşılaşmaya bakıldığın da oyun kontrolü Türkiye’nin elinde. İyi paslar yapıyoruz. Orta alanda bir tepkiyle karşılaşmayınca rahat oynuyoruz açıkçası…

    Fakat, bir eksiklik söz konusu. Atakları bir türlü sonuçlandıramama gibi… İlk yarı rakip takım iki kez kalemize gelirken, çok sayıda atağımızın olduğu ortada. Atılan şutlar, karşı karşıya kaçırılan fırsatlar…

    Karşılaşmanın tamamında senaryo değişmiyor. Bosna Hersek takım olarak sahasına kapanınca topla oynayan, atak yapan, fırsat bulan Milli oyuncularımız son vuruş bir türlü yapamadılar…

    Zayıf bir takım karşısında sonuçlandırılamayan atakların nedeni, organizasyon eksikliğiydi. Dün oynanan maçın tek eksiği “felsefeydi” bizce. Romen teknik adam bu eksikliği yani felsefeyi nasıl oturtur bilemeyiz…

    Ancak, telaşlı ve bir planı olmayan oyun çok amatörceydi. Belki “bu kadar üstün oynadık” daha ne yapsın diyenler olabilir…

    Ancak, amaçsız takımların mücadelesi gibi bir maç izlediğimizi söylemeliyiz. Böylesine üst düzey takımların bir planı, taktiği, oyun anlayışı olmalı. “Haydi aslanlar bildiğiniz gibi oynayın” mantığı ile ancak bu kadar oynayabilirsiniz.

    Beklerin ileri kaç kez çıktığı, kaç orta yaptığı istatistiklerle ortada. Savunma arkasına atılan top sayısı, savunma boşluklarına kaçışlar, şut kalitesi, bireysel becerisi yüksek oyuncuların performansı sorgulanmalı…

    Çok zayıf bir takıma karşı gol atamadıysak, bunu tek başına beceriksizlik ve şansla açıklamak herhalde hayal satmak olur…

    Dileriz, Rusya karşısında daha ciddi ve disiplinli bir taktiği olan oyun anlayışı ile mücadele ederiz. Elbette, Türkiye hak ettiği başarıyı yakalamak zorunda. Futbolcuları motive edecek ve onları bir taktiğin uygulayıcıları olarak hazırlamak şüphesiz teknik direktörün işi…

    Bosna Hersek maçının son bölümünde ki istekli oyun, daha koordineli olabilirse gelecek adına umutlanmak mümkün…

  • Duygusallıktan hata yaptı, artık duygusallık yapmamalı

    10 Ekim Çarşamba günü Ali Koç’un açıklamaları gündem oldu. Başkan, yaklaşık 5 gün önce alınan “kadro dışı” ve “göreve son” kararlarının gerekçelerini açıkladı. Karşı taraftan bir açıklama gelebilir diye 2 gün bekledim. Volkan dışında açıklama yapan olmadı. Konuyla ilgili madde madde gideceğim sonunda da naçizane analizimi yapacağım.

    ● 3 Hocanın görevine son verilmesi: Aslında analiz edilecek pek birşey yok. Kabul edilebilir bir durum yok. Hocalar bilgi sızdırma ve dahi sabotaj (yanlış idman) yapmışlar. Karnımızdan konuşmaya gerek yok, açıkça Aykut Hoca’ları geri gelsin diye çalışmışlar. Kocaman defteri zaten hiç açılmamış, Aykutperest medyanın iddia ettiği gibi başkan Kocaman konusunda bir gün dahi pişman olmamıştı. Buna karşın bilhassa sabotajın artırıldığı dönemde yandaş medyasının “Taraftar Aykut’u istiyor” yalanını ortaya atması tesadüf olsa gerek!! Kocaman defteri bana göre F.Bahçe açısından uzun süreliğine kapanmıştır. 3 hoca meselesi belli ki biraz daha su kaldıracak.

    ● Aatıf ve Dirar: Bir kere Aatıf’a helal olsun. 2 kez. Birincisi “Bu takım geçen sene de kalitesizdi, bu sene daha kalitesiz” demiş. Tamamen aynı fikirdeyim. Bu anlamda helal olsun. 2. helal olsun’um ise bizzat bu kalitesiz isimlerden birisinin kendisi olduğu halde bu tespiti yapabilmiş olması. Dirar konusunda moral bozup kulis yapması da kadro dışı kararının sebebi. Tartışacak bir şey yok.

    ● Volkan: Volkan’ın durumu farklı. TV ekranlarında da söylediğimiz gibi Volkan aslen usül hatası yapmış. Bu konuda başkanın hiyerarşik düzen gereği kendi yanında Semih Özsoy’a bağrılmasına karşı bir tepki vermesi doğaldır. Ancak başkan Volkan’ın esas hatası da yaptığını söyledi. “Takımı toplama” işini; makarna partilerini yapmadığını söyledi. Bu konuda başkana katılmıyorum. “Takımı topla Volkan” zihniyeti son 4 yıl Aziz Bey mentalitesiydi. Ali Bey’in de bu fikirde olması kabul edilemez. Usül hatası konusunda ise başkan haklı. Volkan da özür dilerse konunun tatlıya bağlanabileceğini başkan da söyledi.

     Ersun Yanal: Açıkça ben varken olmayacak dedi. Bu konuda bir yorum yapamam. Demek ki düşünmüyor.

     Cocu: Samandıra bu haldeyken hocanın performansının da tam olarak yansımasını görememiz doğal. Devre arasına kadar teknik adamlığı konusunda daha rahat fikrimiz olur. Bu karar da benim beklediğim ve mantıklı bulduğum bir karar.

    ● Comolli ve Onur Başar: Başkan, “Şimdi Onur’a da başladılar” diye aslında doğrudan bana seslendi. 
    Onur Başar’ı tanımam. Başka bir idari direktörle de ilişkim yoktur. Ama Samandıra’nın çivisi çıkmışsa bunda hem Sportif Direktörün hem de İdari Direktör’ün kusuru olmaması düşünülebilir mi?

    Her olan biteni başkana anında ileteceklerine (Mesela Koeman-Volkan olayı) orada çözmeye çalışsalar, her takım soyunma odasında olabilecek küfürlü konuşmaları yemeyip içmeyip başkana yetiştirmeseler, yani işlerini layıkıyla yapsalar daha az sorun olmaz mı? (Başkan All Or Nothing Manchester City belgeselini izlesin.. 20 yaşındaki çocukların Pep’e nasıl trip yaptıklarını, soyunma odasına girildiğinde küfür edilip edilmediğini görecektir)

    Samandıra neredeyse Dallas’a dönmüşse başkan kusura bakmasın Sportif Direktörünün de idari direktörünün de hatası vardır. İdari direktörün (Onur Başar) bu göreve liyakati yoktur. Başka görevler alabilir ya da yardımcı hocalardan biri olur. (Kendisinin A ve B lisansı var) Ancak liyakat döneminde mevcut görevini yerine getirebilecek donanım kendisinde yoktur. Üstelik Volkan ve Topal’ı Rize’de tribüne gönderirken “Başkan öyle istiyor” diye yalan söylemesi neyle açıklanabilir?

    Comolli’yi ise herkes eleştiriyor. Kendisi hakkında başkanın da şikayetçi olduğu konular olmuş. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Takım ortada. Transferler ortada. Fabian transferi skandalı ortada. “Wilshere’i buraya, İstanbul’a getirmek bile büyük başarıdır” demeci ortada. “Alper belki forvete evrilecek. Benfica maçına forvetsiz çıkmadık” demeci ortada. Frey ortada, Reyes ortada.. Her şeyden vahimi 3 Aykutçu Hoca’nın 4-5 hafta yanlış idman yaptırdığı, yanlış veri verdiği ortada. Sportif direktör bir kez bile “yahu burada bir yanlışlık var” diyememiş. Görememiş. Futbolcular kendisini bulup konuşmaya çekinmiş. Samandıra Dallas olmuş bizim arogan Fransız’ın ruhu duymamış. “Beyler her sıkıntıda başkanı aramayın. Doğrudan bana gelin” diyememiş. Demişse de o güveni verememiş.

    ##

    Ali Bey, Volkan’ın kontratının uzatılması konusunda da Aykutçu 3 hocanın devam etmesi konusunda da kararlarını biraz duygusal olarak aldığını ifade etti. Hatırlarsa bu satırların yazarı “Aklıyla yönetirse efsane olur, kalbiyle yönetiyor” diye defalarca söylemişti. Aynı şeyi Comolli ve Onur için de yapıyor. “Aslında bana saldırıyorlar” diyor. Yine “Kara Murat benim”e getiriyor. Gerek yok, duygusallık yapmasın. Başkasını bilmem ama ben başkana saldırmıyorum, Sportif Direktörlük – İdari Direktörlük – Teknik Direktörlük’ten oluşan kurumsal yapılanma projesini de doğru buluyorum. Kişilere-kahramanlara-imparatorlara değil; sistemlere inancını anlıyor ve makul buluyorum. Ama mevcutların görev tanımına uygun isimler olmadığını düşünüyorum. Birinin işi o değil; diğeri de bariz başarısız ve 6 yıldır piyasa dışında. Teknik adamı ise 3-4 hafta sonra daha rahat analiz edebileceğiz.

    Hülasa duygusallık yaptınız yaralandınız. Yine yapmayın. Saldırı değil, dışarıdan bakış. Elbette siz bildiğinizi yapmaya devam edeceksiniz. Biz de gördüklerimizi yazmaya..

  • Hem et yemek hem de şarbona yakalanmamak mı istiyorsunuz?

    Dün, şarbonla ilgili endişemi dile getirince ve hastalıktan korunmak için et yemeyi tamamen hayatımdan çıkardığımı yazınca sabahın köründe etin babası olarak bilinen Cüneyt Asan tarafından arandım.

    Bilen bilir ama bilmeyenler için hakkında küçük bir bilgi vereyim.

    Cüneyt Asan’ın lakabı kamuoyunda, “Et Profesörü”dür.

    9 yaşındayken ekonomik olumsuzluklar nedeniyle çırak olarak çalışmaya başladığı kasaplıkta hala bir numara olarak gösterilir.
    Ve adı Türkiye’yi aşan ve gerek tarzıyla, gerekse yaptığı şovlarla dünyada bir marka haline dönüşen Nusret dahil, İstanbul’da, “Steak House” olarak bilinen ünlü tüm restoranların işletmecilerinin de hocasıdır, ustasıdır Asan.

    Uzatmayayım çok üzülmüş benim, “Eti dünyamdan çıkardım” ifadelerime.

    Anne tarafından uzak akrabalığımız da olan Cüneyt Ağabey piyasaları son derece olumsuz etkileyecek endişemin arkasını önünü düşünmeden dile getirdiğim için önce bir güzel fırçaladı bendenizi.

    Sonra da 9 yaşında kasap çırağı olarak başladığı hayatının neredeyse tamamını et dünyasının içerisinde geçirmiş bir duayen olarak, “Kaç türlü şarbon var ve nasıl bulaşır?” sorularının yanıtlarının da olduğu bir metni tarafıma iletti sağ olsun.

    Ancak bunların tamamını yazmama gerek yok zira günlerdir zaten yazılıp çiziliyorlar.

    Benim Asan’dan öğrendiğim çok daha önemli bir kritik bilgi var onu paylaşmak istiyorum sizlerle.

    Diyor ki; “Şarbon riski tüm dünyada, her zaman var. Olmaya da devam edecek. Mühim olan bu riski ortadan kaldıracak tedbirleri almak”

    Kesinlikle katılıyorum bu söylediğine ancak bu üreticinin, satıcının, aracının alacağı, alması gereken önlemler.

    Bir tüketici olarak ben nasıl korurum kendimi şarbondan?

    Esas mesele bu!

    İki yolu varmış bunun…

    Biri, tıpkı dün benim yazdığım gibi et ve et ürünlerini tamamen hayatından çıkarmakmış…

    “Seninki kesinlikle şarbondan kendini korumak için bir yöntem ama eğer et seviyorsan, geri kalan yaşamına et yiyerek devam etmek istiyorsan, o zaman bu yöntem geçici bir yöntem olur. Çünkü et hayatında oldukça şarbon tehlikesi de hep olacaktır hayatında!” diyor Cüneyt Asan.

    Ve sadece şu an değil, bir insanın ömrünün sonuna kadar şarbondan kendini korumak için mutlaka ama mutlaka dikkat etmesi gereken şeyin denetimli et tüketmesi gerektiğine vurgu yapıyor.

    “İster büyük market olsun, ister küçük kasap ya da restoran…

    Tüketeceğiniz etin günlük denetim raporunu isteyin yeter!

    O rapor yoksa, o et ile ilgili mutlaka bir sorun vardır. Şarbon değilse de başka bir şey vardır. O nedenle alınmaz da, yenilmez de!“ diyerek çok net bir biçimde noktayı koyuyor.

    Veganlar belki kızacak bana ama ben eti seviyorum. Gerçekten de şu anda ara vermeye karar vermiş olmam sadece palyatif bir tedbir.

    Hayatımdan tamamen çıkarmak mümkün değil.

    O yüzden bundan sonra nerede olursa olsun et yemek istediğimde denetim raporunu isteyeceğim.

    Eğer aranızda benim gibi etten vazgeçmesi mümkün olmayanlar var ise bence onlar da aynını yapmalı…

    “Bu etin sertifikası nerede?“ diye sormalı…

  • Washington’un Suriye’de gerçek niyeti ne?

    İlk önce Başkan Trump, “Askerlerimizi Suriye’den hızla çekeceğiz” dedi. Bir süre her kafadan bu konuda bir ses çıktı.
    En son olarak ise Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton “İran milisleri Suriye’den tamamen temizlenene kadar askerlerimiz orada kalır” dedi.
    Ve işler tamamen karıştı.
    Kongre’den, “Hani siz orada askeri DEAŞ’la mücadele için tutuyordunuz?” sesleri yükselmeye başladı.
    “Bu İran ile mücadele de nereden çıktı?” diye konuşan kongre üyeleri de var.

    JEFFREY’NİN DE İŞİ ZOR

    ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jefrrey ise esas amaçlarının DEAŞ ile mücadele olduğunu söyledi. Aynı zamanda John Bolton ile ters düşmek de istemediğini ekleyerek, Suriye’de siyasi istikrarın sağlanabilmesi için İran etkisi ile kesin mücadele etmek gerektğini anlattı. Bu noktada Bolton ile anlaşıyorlar.
    Jeffrey, “Suriye’de siyasi istikrar Esad baştayken sağlanabilir mi?” sorusuna ise biraz düşündükten sonra “ABD rejim değişikliği ile ilgili değil biz istkrar olsun diye çalışıyoruz”cevabını verdi. 
    İran’da rejim değişikliği için açıkça uğraşmakta olan bir yönetimin temsilcisinin bu sözleri fazla gerçekçi bulunmadı gazeteciler arasnda.

    BUNLARIN HEPSİ BAHANE

    Bu, yönetimin ‘Esad baştan illa da gidecek’ fikrini açıkça söylememek için bulunmuş bir bahane gerekçesi olarak algılanıyor.
    Washington’daki bütün bu Suriye koşuşturması arasında yönetimden tek bir isim bile Fırat’ın doğusu, yani gerçekler  hakkında konuşmuyor.

    ASIL GERÇEK

    Aslında benim izlenimim, aktarmış olduğum bütün bu laf kalabalığının altında gerçek neden olarakFırat’ın doğusuna yönelik gerçek planlarını açıkça söyleyememeleri yatıyor. 
    Ancak ne kadar üstünü kapatmaya çalışsalar da ortada bir gerçek de var.
    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York’ta söylediği gibi, Amerika bugüne kadar YPG’ye 18 bin TIR ve 2 bin kargo uçağıyla silahlar yolladı. Ayrıca bölgede 20’den fazla üssü de var ABD’nin.
    Bu silahlar neden ve kime karşı yollanıyor. Bunun cevabını yönetimden kimse ifade edemiyor. Kongre sorduğunda ise “DEAŞ ile mücadele için” deniliyor veya İran bahanesi ortaya atılıyor.
    Gelecek tepkiden korkulduğu için kimse, “İlerde kurulması planlanan Kürt oluşumunun askeri temeli kuruluyor” da diyemiyor.
    Bir tek Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tehlikeyi görüyor ve her platformda anlatıyor bunu.New York’ta konu açıldığında Türkiye’nin yapılmak istenene müsade etmeyeceğini de açıkladı.

    RUSYA-ABD DİYALOĞU

    Jim Jeffrey’in Esad ile ilgili lafı başka bir gelişme ihtimaline de işaret ediyor.
    Rusya bir Kürt oluşumunun Esad ile anlaşarak ve ülke bütünlüğü bozulmadan kurulmasını istiyor. 
    YPG yönetim kadrosunun Esad ile görüşmesinden önce devreye giren DEAŞ ile mücadele koordinatörü Brett McGurk YPG’yi bu konuda Esad le anlaşmaya teşvik etti.
    Yani sonuçta Rusya ile Amerika Suriye’nin bütünlüğü bozulmadan bir otonom Kürt bölgesi üzerinde anlaşabilirler. Jeffrey’nin ‘geri dönüşü olmayan siyasi çözüm süreci’nden kastettiği bu olabilir.
    Amerikan kaynakları bu modelin ‘Kamışlı modeli’ olarak adlandırılabileceğini söylemeye başladılar bir süredir.
    Bu modelde otonom Kürt oluşumunun Suryie bayrağı taşıması ve sınrlarının Suriye tarafınfdan kontrol edilmesi isteniyor. Bunun karşılığında Suriye merkezi yönetimi askerleri oluşumun içine girmeyecekler ve otonomi ayrıcalığını sağlayacaklar.

  • Elma kanseri yener mi

    Nedeni elmada, özellikle de elmanın kabuğunda bulunan mucize bir doğal madde. Bu mucize madde (ya da maddeler) kısa adı ‘MASPİN’ olan ve meme ya da yumurtalık kanseri hücrelerinin çoğalmasını engelleyen doğal bir antikanser savunma proteinini aktive eden, dolayısıyla bedenin kendi bağışıklık sistemi ile kanseri yenebilen bir yapıyı harekete geçiriyor. Bunlar elmada, en çok da elmanın kabuğunda var.

    EN MÜHİM SAVUNMA

    Şu kesin: Elmada antioksidan ve antikanser etkili pek çok doğal bileşen var. Kuersetin, kateşin, proantosiyanidin, gallik asid, klorojenik asid bunların en ünlüleri. ‘MASPİN’ ise tümör hücrelerinin çoğalmasını engelleyen en mühim savunma proteinlerinden biri.

    KAÇ BEYNİMİZ VAR

    Şu bilgi kesinleşti: Bir değil, iki beynimiz var. İkincisine “yavru” ya da “ek” beyin desek daha doğru. Ama onun da önemli marifetlerinin olduğu net ve açık. İkinci beyin karnımızın içinde, sindirim sistemi ve çevresinde yerleşen kompleks bir yapı. Merkez üssü ‘bağırsaklar’ ve onu sarıp sarmalayan ‘sinir sistemi’. Genel sağlığa destek olan muhteşem bir bağışıklık organizasyonu ile sayıları trilyonları, ağırlıkları kiloları, cinsleri yüzlü rakamları bulan ‘probiyotik bakteri’ ailesi ise yavru beynin en mühim oyuncuları.

    SADECE HAZMETMİYOR

    Geçtiğimiz hafta köşesinde Selçuk Şirin’in, 10 yılı aşkın bir süredir de bu sayfada benim gündeme getirdiğim ‘bağırsak sağlığı ve probiyotik güç dengesi’ meselesi çok mühim. Sindirim sistemini yalnızca gıdaları hazmetmekle görevli bir yapı olarak görmekse büyük bir hata. Bu muazzam yapılanmanın ikinci bir beyin gibi çalıştığı, akla hayale sığmaz işlere el attığı çok net ve açık. İkinci beynin “marifetlerini” yandaki kutularda özetlemeye çalıştım. Buyurun…

    O SIRLAR ÇOK ÖNEMLİ

    Harika bir yazarın mükemmel benzetmesiyle, “Bağırsağımızdaki bakterilerin sayısı galaksimizdeki yıldızların sayısından fazla.” Mikroplar -zannedilenin tam tersine- yaşamın Azrail’i değil, bekçisi. Organlarımızı şekillendiriyor, bizi hastalıklardan koruyor, davranışlarımıza yön veriyor. Aşılara nasıl tepki verdiğimizden çocukların aldıkları gıdalardan nasıl beslendiklerine kadar, yaşamaya derin ve kapsamlı katkıları var. Kesin olarak biliyoruz ki “Mikropları göz ardı etmek, hayata anahtar deliğinden bakmak demek”(Ed Yong, Mikrobiyota. Domingo Yayınevi). Kanaatim şu: İkinci beynin de en az birincisi kadar anlaşılmayı bekleyen sırları var. Ve o sırlar bulunduğunda hayatımız daha güzel olacak.

    İKİNCİ BEYNİN 10 MARİFETİ

    • Bağırsaklardaki bu sistem bazı kararları beyin ve omuriliğe danışmadan bizzat kendi verebiliyor. 
    • Bu kararlar ile sadece kendi kendini yönetmekle kalmıyor, beyin ve omurilik dahil sinir sisteminin tamamına da ayar verebiliyor. 
      Mesela beyne onu “depresyona sokan” metabolitler yollayabiliyor. 
    • Parkinsonu davet edebilen bazı ara ürünler üreterek hastalığın seyrine müdahil olabiliyor. 
    • Beyni mutlu eden “serotonin” ve benzeri “keyif veren molekül”ün önemli bir bölümü de ikinci beyinde üretiliyor. 
    • Bu sistem bedene de talimatlar veriyor. 
    • Bağışıklık gücünün ana unsurlarından biri de yine aynı sistem. Bağışıklık gücünün en az yarısından da yine bağırsaklardaki ikinci beyin sorumlu. Özellikle içindeki probiyotik yapılanma bu işte çok aktif rol alıyor. 
    • Kan şekeri, kolesterol ve bazı yağlar, kilo kontrolü dahil pek çok metabolik faaliyette de karar verici organlardan biri yine bağırsaklar, yani ikinci beyin.
    • Bağırsaklardaki bazı probiyotik tiplerinin cilt güzelliğinden ömür süresine ve vitamin üretimine birçok olayda “müdahil” olarak görev yaptığı biliniyor. 
    • Probiyotik yapılanmanın oluşturduğu “ekosistem” bizi alerjik tepkilerden de koruyan bir yapı.
  • Cildinize yaz sonrası temizliği lazım

    Yaz boyunca ciltlerimiz güneşti, deniz/havuz suyuydu, güneş yağı/kremiydi derken epey tahrip oldu. Güneşin yol açtığı “foto yaşlanma” da cildimizi olumsuz etkiledi. Neticede de cildimize destek olma zamanı geldi. 
    Peki ne mi yapılacak? Bana sorarsanız hemen o pahalı kremlere, mucize serumlara sarılmak yerine “Cilt içeriden beslenir, dışarıdan desteklenir” mottosunu hatırlayın. 
    Çözüm için de öncelikle doğal cilt desteklerinden yardım alın. Nasıl derseniz… İşte kısa bir özet, buyurun…

    CiLT KOLAJENSiZ YAPAMIYOR

    Yaz boyu güneşin etkisiyle azalan kolajen rezervinizi tamamlamak ilk işiniz olsun. Eğer güneşte uzun süre kaldıysanız bunun sadece kolajen üretimini azaltarak değil, mevcut kolajenlerinizin yapısını bozarak da cildi tahriş etmiş olması mümkün. 
    Kısacası yaz izlerini silerken cilde yapılacak ilk ve en büyük yardım kollajen zengini besinlere yüklenmek ve imkan ölçüsünde kolajen takviyelerinden istifade etmektir. 
    C vitamini, alfa lipoik asit takviyeleri, damar yolu ile uygulanan glutation kürleri de kolajen üretimini artıracaktır.
    Kemik suyu/tozu, jelatin benzeri doğal ürünleri de listenize dahil edin ama bence güvenli ve kaliteli “sıvı kolajen” ürünleri en çok işe yarayanları.

    TON BALIĞI SALATASI YiYiN!

    Cildinizin pek sevdiği başka antioksidan destekler de var. Özellikle zeozantini, yeşil çay ekstraktlarını, piknogenolleri, alfa lipoik asidi, üzüm çekirdeği özütlerini çok sever. Yeşil çayda bulunan EPCG ve benzeri antioksidanlar (kateşinler), üzüm çekirdeği yağında bulunan proantosiyanidinler ve çam kabuğu ekstrelerinden elde edilen piknogenoller de cildinizi yaşlanmadan korumada, çevresel yaşlanmaya engel olmada ustalaşmış doğal desteklerdir. Yağlı balıklardaki omega-3’ü de unutmayın. Ton balığı konservelerinin zeytinyağına yatırılmış olanlarını tercih edin. Özellikle bol avokadolu ton balığı salatası mükemmel bir “iç takviye” olarak işe yarayacaktır. Bir tavsiyem de şu: yatmadan önce cildinizi soğuk sıkım saf zeytinyağı ile buluşturmayı da deneyebilirsiniz.

    LiKOPEN DESTEĞi VERiN

    Cildinizin özellikle hoşlandığı etkin antioksidanlardan ilki doğal bir karotenoid olan “likopen”dir. “Likopen” en çok domates ve domates ürünlerinde var. Karpuz, pembe greyfurt ve kayısıda da mevcut ama kayısının zamanı geçti, greyfurtun tazesi de henüz piyasada yok. Çözüm karpuz ve domatese yüklenmek.
    Karpuzu fazla abartmanın da doğru bir iş olmadığı unutulmamalı. Çünkü karpuzdaki fruktozun (meyve şekeri) fazlası cildinize zarar verebilen bir madde. Bu nedenle domates ve saz arkadaşlarına (salça, domates çorbası, kurutulmuş domates) öncelik vermekte fayda var. 
    Hatırlayalım: Likopen yağda eriyen bir madde. Bu nedenle de cildi çok seviyor. Ciltte kolayca birikiyor ve onu oksitleyici, yaşlandırıcı serbest radikallerin zararlarından koruyor. Unutmayın: Cildin en sadık dostlarından biri likopendir ve mutfağınız tıka basa likopenle dolu: Taze ve kurutulmuş domatesler, salçalar, domates çorbaları… Ben özellikle domates çorbasını öneriyorum. Her gün en az bir yemeğe domates çorbası ile başlayın, neticeyi görünce siz de şaşıracaksınız!

    EPO VE KOENZiM Q10’U UNUTMAYIN

    Cildi içeriden destekleyen, özellikle nem içeriğini yükselten “güzellik reçeteleri”nin arasına “gecesefası çiçeği yağı” yani “EPO” kapsüllerini de eklemenizde fayda var. Evening Primrose Oil (EPO) kapsülleri mükemmel bir cilt tamircisi olan Gamma Linoleik Asit’ten son derece zengindir. 
    GLA da cildi yatıştıran, sıkılaştıran, nem oranını artıran çok özel bir doğal molekül. Benim tavsiyem –tabii ki ekonomik imkanınız varsa EPO ile 90 günlük bir kür yapmanız. Günde 500-1000 mg EPO yeterli.
    45-60 günlük bir Coenzim takviye küründen de yararlanabilirsiniz. Günde sadece 30 mg koenzim almanız bile yeterli. Son bir tavsiyem de şu: Eğer bu tür desteklerden daha iyi sonuç almak istiyor, bunlardan fayda yerine zarar görmekten çekiniyor, en azından boş yere para harcamak istemiyorsanız, bunlara başlamadan önce “hangilerini, ne zaman, ne dozda ve ne kadar süre” kullanmanız gerektiğini öğrenmeye çalışın. Ve lütfen bu listeyi elinize alıp eczane veya vitamin dükkanlarına koşmayın. Yoksa kucak dolusu vitamin hapıyla boğuşmak zorunda kalabilirsiniz.
    Bilgilenin. Araştırın. Bunları daha önce kullananlardan da fikir alın.

  • İsmail Küçükkaya meselesi ve utanç verici sessizlik

    Kondurmak istemediğim, ikna edici şekilde itiraz edecek diye beklediğim için İsmail Küçükkaya meselesini dün yazmadım. Ancak eşinin iddialarının yenilir yutulur olmamasına karşın hâlâ ortada doğru dürüst bir açıklama yok. İsmail, genelgeçer laflarla “Kadına karşı şiddet şerefsizliktir” gibi bir şeyler demiş. Bu kadar somut, bu kadar vahim suçlamaları hiç üzerine alınmadan, yuvarlak sözlerle geçiştirebilir mi?

    Eda Küçükkaya, eşi tarafından ağzı kapanarak kütüphaneye sürüklendiğini iddia ediyor. Daha sonraki bir olayda kollarında tırnak izleri çıktığını, yüzüne yumruk yediğini ve Küçükkaya’nın “Şu anki konumum olmasa senin yüzünü gözünü dağıtırdım” dediğini ileri sürüyor. Kendisini sosyal ortamlarda yanına almadığını ve küçümsediğini söylüyor.

    EN AZ BU İDDİALAR KADAR MİDE BULANDIRICI OLAN…

    Bu anlatılanlar hayal ürünü olmak için fazla detaylı ve somut geldi bana. Şayet doğru ise burada hem fiziksel hem de en az onun kadar vahim psikolojik şiddet var. Hor görme, aşağılama, baskı altına alma, ezme… Bir kadın kendine dair böyle bir yalanı para koparmak için uydurabilir mi? Söylediklerinin büyük haber olacağını bile bile, böyle bir oyuna cesaret edebilir mi? Sanmam, ama yine de karşı taraf gümbür gümbür ortaya çıksa ve hepimizi ikna edecek kadar somut ve net bir şekilde kendini savunsa ‘belki’ diyeceğim. Fakat hayır, ortada doğru dürüst bir savunma bile yok…

    Üstelik en az bu iddialar kadar mide bulandırıcı olan, Türkiye’nin geldiği nokta! Bakıyorum 3 gündür bu olay üzerinden de medya ikiye ayrılmış durumda. Sanki anlatılanların siyasetle bir ilgisi varmış gibi muhalif medya dut yemiş bülbül! Yahu kadına karşı şiddetin siyasi görüşü mü olur? Sabah Gazetesi ve A Haber bu işin üzerine gitmese kimseden çıt çıkmayacak! Yok böyle rezalet!

    SÖZCÜ, CUMHURİYET, HALK TV KÖR YA DA SAĞIR MI OLDU?

    Muhalif olmak dokunulmazlık mı kazandırıyor insana? Hani işine gelince kadın konusunda aslan kesilen Sözcü gazetesi? Cumhuriyet? Halk TV? Neredesiniz? Sağır ya da kör mü oldunuz?

    Peki ya Fox’a ne demeli? Kendi çalışanı ile ilgili ortada böyle bir iddia varken tek bir açıklama yok! Halbuki ABD’deki FOX olsa en azından olay açıklığa kavuşana kadar o çalışanı ekrandan çekerdi.

    FATİH PORTAKAL BU İŞE NE DİYOR?

    Fatih Portakal bu işe ne diyor? Doğan Şentürk ne düşünüyor? Elbette birileri bir şeyler biliyordur, neden susuyorsunuz? Söylenenler iftira ise bunu kuşku götürmeyecek şekilde kanıtlayın, değilse gereğini yapın… Bu olay ideolojik kutuplaşmaya alet edilemeyecek kadar önemli.

     

    ***

     

    Oldu olacak “Esas o kız Talat Bulut’u taciz etti” deyin

    Bu ülkede kadına karşı şiddete yaklaşım her yandan dökülüyor! Talat Bulut meselesi de bir utanç vesikası olmaya aday şekilde ilerliyor. Erkek bir hakimin verdiği ibretlik takipsizlik kararından sonra Bulut her geçen gün nobranlaşıyor. Yakında “Esas o kız beni taciz etti” dese şaşırmayacağım!

    Şevval Sam ile ilgili geçtiğimiz günlerde söylediği şu sözlere bir bakın:

    “Ben onunla konuşmuyorum. Çünkü konuşabilecek paylaşımlarımın olmadığını düşünüyorum. Bir gazeteci kendisine ‘Birlikte çalışacaksınız. Ne düşünüyorsunuz?’ diyor, cevabı ‘Maalesef’. Bana kimse benimle çalıştığı için maalesef diyemez. Bunun hesabını verecek. Benim hiçbir şey yapmadığımı düşünecek zekan yok mu? ‘Taciz zaten kuytu köşede yapılır’ diyor. Ne demek bu böyle? Neden? Çünkü ben onunla diyalog kurmadığım için. Olay, bu samimiyeti yanlış değerlendirenlerin sorunu bu. Siz şükretmelisiniz ki Talat Bulut gibi bir oyuncuyla çalışıyorsunuz. Aslında benden öğrenecekleri çok şey var. Ama demek ki öğrenmeye açık değiller…”

    “YARGI BENİ KORUR” ÖZGÜVENİ

    Ne tevazu ama! Bu sözler, karşımızdaki narsist ve kendine her şeyi mübah gören zihniyeti zaten apaçık yansıtıyor! Bu mantığa göre sette herkes Talat Bulut’un dikkatini çekmek, onunla “Konuşabilecek paylaşımlarda bulunmak” istiyor da, Talat Bey yanaşmıyor. Bir tek kostüm asistanı kızcağızla “Konuşabilecek paylaşımlarda bulunabileceğini” düşünmüş olsa gerek…

    Gelişmeler bu sözlerle sınırlı kalsa yine bir nebze. Bulut, daha sonra da Şevval Sam’a 100 bin liralık manevi tazminat davası açtı! “Yargı beni korur” özgüveninin sonuçları bunlar…

    Ama ne yaparsa yapsın, setteki rahatsızlığın üzeri örtülemiyor. Talat Bulut korkutarak ve suçlayarak insanları susturamıyor. Zira Sam’a açtığı davanın ardından dizinin başrol oyuncularından Sevda Erginci de Sam’a destek çıkarak “Maalesef Bulut’la çalışıyoruz” açıklaması yaptı.

    Bakalım Bulut buna ne tepki gösterecek? Yine “Onunla konuşabilecek paylaşımlarım olmadığı için bu açıklamayı yaptı” mı diyecek? “Erginci ile ilgilenmedim, o nedenle böyle yapıyor” mesajı mı verecek?

    BU MÜCADELEYİ BİZ KADINLAR BAŞARACAĞIZ

    Bu ülkede bu erkek tahakkümü zihniyeti egemen oldukça, bu kafa değişmedikçe Talat Bulut’a “kadın duyarlılığı konusunda özel ödül” bile verilebilir!

    Ey sevgili kadınlar, karşımızdaki içler acısı tabloya bakarak bir kez daha sesleniyorum: Kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı yalnızca biz kadınlar alt edebiliriz. Bu işe erkekleri karıştırmadan! Erkek tahakkümü zihniyeti aramızdaki ideolojik farklar ne olursa olsun ancak birlikte durarak aşılabilir. Bunun başka yolu yok! Bakın, ideolojilerin arkasına saklanan erkek zihniyet neleri örtmeye çabalıyor…