Kategori: Genel

  • Moral bozukluğu artık ulusal güvenlik sorunu

    Üç gündür İstanbul’da oradan oraya koşuşturuyorum.
    Uzun zamandır göremediğim dostlarım, görmeyi beklemediğim halde tesadüfen görüştüklerim ve sokakta tanımadığım insanlar arasında içten, samimi bir şekilde gülen tek bir kişi bile görmedim diyebilirim.
    Sohbete otursak ikinci dakikada konu, “Bu ekonomik durumdan nasıl çıkarız, ne yapmalıyız, sen hiç umut ışığı görüyor musun”a geliyor ve konu sadece orada tıkanıyor. Başka hiç bir konu akla gelmiyor.
    İçimizde, genlerimizde olması gereken Akdenizli ruhu bölümü tamamen ölmüş gibi.
    Bu kolektif kötü ruh hali benim için sürpriz olmadı tabii ki.

    VATANIMIZI BEYNİMİZDE TAŞIRIZ

    Şu anda Washington’da çalışıyor olsam da, insan memleketini beyninde, kalbinde taşıdığından ben de aynı ruh halindeyim bir süredir doğal olarak. Bunun ne kadar da tehlikeli olduğunu ve gerçekte var olmayan krizleri bile yaratabileceğini bildiğimden doğal olarak biraz korktum.

    BEKLENTİLERİN ÖNEMİ

    Ekonomide doktora dersleri alırken bize ‘beklentilerin’, ‘algıların’ ne kadar da önemli olduğu, bunların kötü olması durumunda krize düşmesi için hiçbir nedeni olmayan bir ülkede bile kısa sürede kriz yaşatabileceğini ve tüm normal dengeleri alt üst edebileceğini öğretmişlerdi.
    Öğretmekle de kalmadılar, ekonomik modellerle bunu gösterdiler de. Büyük tahtaya ilk önce normal durumdaki ekonominin grafikleri konulmuştu. Sonra gelecek beklentileri, insanların algıları, kötüleştiği takdirde o normal ekonominin ne hale düşebileceği yine grafiklerle gösterilmişti. İkinci durum lafla anlatılamayacak kadar çılgın  ve çalkantılıydı.
    Ülkemizde bizim de bu geçiş sürecinde olduğumuzu düşünüyorum.

    TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK

    Bu, “Tünelin ucunda ışık gözükmüyor, herşey daha kötü olacak” düşüncesi tünelin ucunda olabilecek ışık veya ışıkları da söndürür. Nitekim bu da oluyor.
    Sanıyorum Başkan Erdoğan da beklentilerin ve algının ne kadar da önemli olduğunu bildiğinden sürekli morali yüksek, özgüvenli mesajlar veriyor.
    Ve yine sanıyorum ki hepimizin etrafına, kendi ellerimizle diktiğimiz kötü ruh hali duvarı nedeniyle bu mesajlar, bu moral, şu anda bize tam ulaşamıyor.
    Bu durum böyle gidemez. 
    Hiçbir ülke bu düşük düzey dengesinin kısır döngüsünde uzun süre kalmamaz.
    Ruh halimizi nasıl düzeltiriz bunu bilmiyorum, bu işin uzmanı değilim.
    Ama şunu biliyorum; kollektif ruh halimiz şu anda bir ulusal güvenlik sorununa dönüşmüş halde.
    Ekonomik zorluklar olduğundan hepimiz mutlaka bir şekilde darbeler yediğimizden bu güzel ülkenin geleceğini çocuklarımızın yarınlarını tehlikeye atmamalıyız.

    İNİŞİN ÇIKIŞI DA MUTLAKA VARDIR

    Bize doktora dersinde, her krizin bir noktadan sonra mutlaka çıkışı da olduğu öğrertilmişti.
    Bunun zamanının kısa, orta vadede mutlaka geleceğini bilelim. Bu bizim için henüz çok parlak yanmayan ışığımız olabilir. Buna inananların sayısı artıkça inanın o ışık daha da parlak yanmaya başlayacak.
    Vatanımızın, çocukların geleceği için bir an önce kendimizi toparlamamız lazım.
    Herkesi kendi üstüne düşeni yapmaya davet ediyorum.
    Ben kendi üzerime düşeni bu yazıyı yazarak yapmaya başladım bile ve bunu da sürdüreceğim.

  • Trump’tan daha kötüsü

    Gün geçmiyor ki Washington semalarında yeni bir Trump aleyhtarı veri, bilgi, makale söz konusu olmasın.

    En son eski avukatı Michael Cohen, finansal seçim yasalarını ihlal ettiği yönündeki suçlamaları kabul ederek savcılıkla işbirliğine gitti. Adalet Bakanlığı, Trump’la ilişki yaşadığını iddia eden kadınlara sessiz kalmaları amacıyla yapılan ödemeleri soruşturuyordu. Trump’ın avukatı Michael Cohen de bu ödemeler nedeniyle mercek altındaydı. Daha önce Trump için merminin önüne bile atlayacağını söyleyen Cohen, FBI’ın evine yaptığı baskından sonra ağız değiştirdi ve verdiği ifadede Trump’ın talimatıyla porno filmlerde oynayan Stormy Daniels ve Playboy yıldızı Karen McDougal’a ‘sus payı’ olarak ödeme yaptığını söyledi. ABD yasalarına göre seçim döneminde yapılan tüm harcamaların komisyona bildirilmesi zorunluluğu var. Bu yüzden iki kadının seçim kampanyası döneminde konuşmasını engellemek için yapılan ödemelerin Federal Seçim Komisyonu’na bildirilmemiş olması seçim yasasının ihlali değerlendirmelerine yol açmıştı. Trump, Fox News’e konuşarak “Paraları kendi cebimden ödedim” dedi ve söz konusu ‘sus payı’nın seçim yasasını ihlal değil, ‘kişisel itibarı koruma’ çerçevesine alınmasını sağlamaya çalıştı. Özetle Trump’ın başındaki en küçük dert bu ve bu bile gayet yüz kızartıcı.

    Daha önemli olan ise Trump’ın Cohen’in ifade vermesi durumuna benzer şekilde sürekli ‘içerden’ darbe yemesi. Kamuoyu, Cohen’in itirafını hazmetmeye çalışırken dün (6 Eylül 2018) Amerikan The New York Times gazetesinde “Trump yönetimi içindeki direnişin bir parçasıyım” başlıklı isimsiz bir makale yayınlandı. Makaleyi kaleme alan kişinin Trump yönetiminde üst düzey bir görevli olduğu belirtildi. Şunları söylüyordu: “Trump’ın tam olarak anlayamadığı şey, kendi yönetimindeki birçok üst düzey görevli gündeminin bazı kısımlarını ve en kötü heveslerini bozmak için özenle çalışıyor. Bunu biliyorum çünkü ben de onlardan biriyim.” Makalenin daha da ilginç yanı ise direnişin ‘yönetimin başarılı olması’nı amaçladığı ifadesiydi. Başkanın devlete zarar veren hareketleri vardı. “Bu nedenle Trump yönetiminden bazı kişiler Trump’ın görev süresi bitene kadar yanlış hareketlerini engellerken demokratik kuruluşlarımızı da korumaya yemin ettik.”

    TRUMP’LA ÇATIŞANLARIN HEDEFİ PENCE’İ BAŞKAN YAPMAK MI?

    Acaba gerçek hedef bu mu? Direnişcilerin kimliklerini bilmeden yanıtlamak zor. Ancak şu kadarı söylenebilir: Direnişciler eğer ne yaptıklarını sahiden biliyorlar ve ‘görev süresi bitene kadar’ kısmında samimilerse sahiden doğru bir iş yapıyorlar. Bu ihtimalde devleti sadece Trump’tan korumuyorlar; Trump’ın görevden uzaklaştırılması durumunda başkanlık koltuğuna oturacak olan Mike Pence’den de koruyorlar. Tabii asıl amaçları devletin başına Mike Pence’i getirmek değilse! Öyle bir ihtimal de var elbette. Zira koruma işi sessiz sedasız yapılır, gazetelere makaleler manifestolar göndermek Trump’ın ‘az hasarla görev süresini doldurup gitmesini beklemek’ten çok ‘görev süresi bitmeden azlini istemek’ niyetiyle de bağdaştırılabilir. Her hâlükârda niyet okumaktan öte gitmeyecek bu mülahazaları bir kenara bırakmakta fayda var. Biz sadece kesin olanla ilgilenelim. O da şu: Trump görev süresi bitmeden başkanlık koltuğunu bırakmaya zorlanırsa yerine gelecek olan Mike Pence, Trump’ı mumla aratır.

    Neden mi?

    Çünkü Trump, kabalıkları, ülkeleri hedef alan açıklamaları, NATO’yu önemsemeyen ve handiyse çözülmesine zemin hazırlayan sorumsuzlukları ile Batılı ülkelerin hiç değilse bir kısmının tepkisini çekti. Trump sayesinde ABD’den uzaklaştılar. Bu atmosfer de, -eğer iyi kullanılabilirse – Türkiye’nin ABD’ye rağmen atacağı adımlarda yalnız kalmasını önleyecek bir zemin oluşturuyor.

    Trump olmasaydı, Doğu Kudüs’te ABD temsilciliği açmak, BM’nin Filistin için oluşturduğu yardım fonuna yardım yapılmayacağını açıklamak gibi İsrail yanlısı/Filistin karşıtı politika bu kadar açıktan, bu kadar fütursuzca sahneye konamazdı, ona hiç kuşku yok. Ancak bu politikaların kaynağı zaten Trump’ın evanjelist ekibi. Ve Mike Pence o evanjelistler arasında da mutaassıplığı ile öne çıkan bir isim. Yanında karısı olmadan başka bir kadınla konuşmayan, iş görüşmesi bile yapmayan bir adamdan bahsediyoruz. Aynı zamanda Trump kadar hoyrat olmayan ve devlet kurumlarının, diplomatik, mevcut paktların haysiyetini yerin dibine sokmadan iş yapacak bir adamdan. Bu koşulları taşıyan bir Pence’in, Avrupa devletleri ile ABD’de zaten kabul gören ‘Judeo-Christian’ (Yahudi-Hristiyan) anlayış üzerinden ‘din’ orijinli ortak paydaları kuvvetlendirme ihtimali gayet yüksek. ABD’deki demokratların bizdeki ‘HDP’ düzlemine gerilediği, kavganın ‘altright’ akımlarını arkasına almış Trump cumhuriyetçiliği ile geleneksel cumhuriyetçiler arasında geçtiği bir zeminde Pence’in geleneksel cumhuriyetçilerin kalbini kazanması olasılığı da yüksek.

    Anlayacağınız, NATO ülkelerini ve Avrupa’yı bölmüş bir Trump’tan sonra en kötüsü, Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezini de yanına alarak ilerleyecek evanjelist Pence olur.

  • Futbolda haber üleştirme

    Ardından sordu: “İsveç’e Hürriyet mi gönderdi, o şirket mi? Kurumlarına değil oraya çalışıyorlar”.

     Okurun ilettiği 10 Eylül tarihli paylaşımda “Uluslar Ligi’nde Türkiye, bugün 21.45’te İsveç’in konuğu olacak. Hürriyet muhabiri Ali Naci Küçük A Milli Takım’daki son gelişmeleri Solna’dan bildiriyor” deniliyordu. Küçük de bu metni Twitter’dan paylaşmıştı.

     Durumu anlayabilmek için internette, haber siteleri ve sosyal medyada bir tarama yaptım. Küçük’ün bu GSM uygulamasına yaptığı bağlantılar Milli Takım’ın İsveç maçıyla sınırlı değildi. Son iki ayda bu uygulamanın Küçük’ün adının geçtiği altı paylaşımını buldum sosyal medyada:

     – “13 Temmuz- Galatasaray İsviçre’de ilk hazırlık maçında nasıldı? Transferde Terim’in aklı kimde? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük İsviçre’den bildiriyor.

     – 16 Temmuz- Galatasaray’ın İsviçre kampında neler yaşanıyor? Kimler kendini gösterdi, kimler gözden düştü? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük açıklıyor.

     – 22 Temmuz- Kampın yıldızı kim? Kim hayal kırıklığı yarattı? 16 günlük İsviçre kampında Galatasaray’ı adım adım takip eden Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük açıklıyor.

    – 31 Temmuz- Galatasaray, bugün 20.00’de Yunanistan Şampiyonu AEK karşısına çıkıyor. Transferde Aslan’ın ilk hedefi kim? Terim’in yüzünü güldüren olay ne? Hürriyet Muhabiri Ali Naci Küçük, Atina’dan bildiriyor.

     – 5 Ağustos- Süper Kupa finaline saatler kaldı! Galatasaray, Akhisarspor maçına nasıl bir kadroyla çıkacak? Hürriyet Gazetesi Muhabiri Ali Naci Küçük, Konya’dan aktarıyor”.

     Bu paylaşımların tümünün altında “…’i indirin, ‘Keşfet’ten … Spor’u takip edin” anonsu yer alıyordu. Ayrıca Küçük’ün bu GSM uygulamasıyla hayli eskiye dayanan ve düzenli bir haber ilişkisi olduğu anlaşılıyor. Zira son aylarda katıldığı bu programların dışında internette geçen yıllara ait programların duyuruları da var. Örneğin 18 Kasım 2016 tarihli bir spor sayfasında “Riekerink’ten derbi öncesinde şok hamle. Hürriyet Gazetesi Muhabiri Ali Naci Küçük … Spor’da açıkladı: İki yıldızını yedeğe aldı” bilgisi veriliyordu.

     Dahası bu uygulama, hurriyet.com.tr’nin rakibi durumunda. Düşünün, Küçük’ü İsveç ya da Yunanistan’a gönderen Hürriyet, ama o GSM şirketi hiçbir masrafa katılmadan muhabirinden haber alarak Hürriyet ile yarışıyor! Bir de Küçük’ün verdiği özel haberler, “… spor açıkladı” diye rakip spor sitelerinde haber oluyor.Bu bulgularımı Küçük’e ilettim, ancak yazılmak üzere yanıt vermek istemedi. Okur Temsilcisi olarak Hürriyet’in bir spor muhabirinin başka bir kurumla düzenli haber ilişkisi içinde olmasının etik bir davranış olmadığı kanısındayım. Hürriyet muhabiri haberini Hürriyet’e verir. Ücret alsa da almasa da başka bir kurumla böylesi düzenli bir ilişki içine girmesi editoryal bağımsızlığını ortadan kaldırır, çıkar çatışmalarına neden olur.

    Tabii bu durum Küçük’e özgü değil, bunu biliyoruz. Bazı medya kuruluşlarının muhabir ve yazarları da bu spor uygulaması ile spor radyo-tv’lerine haber veriyorlar. Ama bir yanlışın yaygın olması onu doğru yapmaz.

    HAKARETAMİZ TWEET

    Gazeteci Lube Ayar, Hürriyet Galatasaray muhabiri Ali Naci Küçük’ün bir Twitter paylaşımıyla ilgili yorumumu sordu. Daha sonra başkaları da Ayar’ın bu mesajı hakkında benzer sorular yöneltti. Alper Atamer de e-posta gönderdi. Küçük, 19 Eylül gecesi 01.45’te geçtiği paylaşımda, “Allah Kerim Fatih Terim. İtiraz edenin…” diye yazmıştı. Değerlendirmeden önce “Böyle bir tweet atmış mıydınız” diye kendisine sordum. Küçük şu yanıtı verdi: “Ne yazık ki evet. Şampiyonlar Ligi maçının oynandığı gece böyle bir paylaşımım oldu. Yarım kaldığını ve yanlış yerlere çekileceğini fark edip hemen sildim. Bana yakışmayacak ifade tarzı ile yapılan bir paylaşımdı.”

    Yayın ilkelerimiz açık. Böylesi hakaretamiz bir tweet’i silmek yetmez, düzeltilmeli ya da özür dilenmeliydi. Gerçekten bir gazeteciye yakışmayacak bir paylaşım bu. İfade tarzı dışında yaklaşımı açısından da sorunlu. Futbol gazeteciliğindeki tarafgirlik ve izlenen takımın yöneticileriyle bütünleşmenin sakıncalarını daha önce de yazmıştım. Gazetecinin haber kaynaklarına karşı objektif davranmayacağı görüntüsü de vermemeli.

    OKURDAN KISA KISA

    Bahri Ovalı: Pazar ekinde Leyla Gencer sergisinin 15 Ekim’de biteceği yazılmış. Altta 10 Ekim’e kadar gezilebilir denmiş. Hangisi doğru? (23 Eylül) 
    Not: Sergi 10 Ekim’e kadar açık kalacak.

    Hayal Kuru: İnternette “Yoga topuyla cinayet” demişsiniz ama yoga topla yapılmaz, pilates topu vardır. (21 Eylül)

    Mehmet Ünal: Rica ediyorum internet sitenizdeki “Apple telefon fiyatları” haberini açıp okumayı dener misiniz? 41 sayfalık haber mi olur? (24 Eylül)

    M. Utlu/Ö. Özalp/A. J. Hurma/ A. Talaş/A. Aktaş/C. O. Yurtseven: Kocaeli’de bir baba, oğluna pantolon alamadığı için intihar etti. Fenerbahçe ve farklı STK’lar ailesine yardım için harekete geçti. Siz ise bunların haber değeri taşımadığını düşünüyorsunuz. Bu bizi hayal kırıklığına uğratıyor. (22 Eylül)

    C. A: İnternetteki “Eve dönmeyen kızına kurşun yağdırdı” haberinde zanlıların isimleri kodlanırken, hayatını kaybedenlerden birinin adı ve soyadı neden açıkça paylaşılıyor? “Nikâhsız yaşadığı kişi” diye yazarak adını vermeniz cinayeti olağan bir hale getirmek değildir de nedir? (11 Eylül)

  • Yerel seçimlerin önemi

    Yerel yönetimler, siyasetçiler ve mensubu oldukları siyasi partiler için laboratuvar özelliğindedir.Zira yerel yönetimlerde direkt halkla temas vardır; halk da burada edindiği kanaatini kolay kolay değiştirmemektedir.

    Nitekim bu günkü, uzunca süren iktidara dikkat edildiğinde; işin temelinde, vaktiyle Refah Partisinin sahip olduğu yerel yönetimlerin halka dönük ve halk için olan icraatları vardır.

    Başka bir deyişle; Refah Partisi zihniyetini iktidara ve liderini (N. Erbakan) Başbakanlığa taşıyan, sahip olduğu belediyelerin performansı olmuştur.

    Aynı şekilde; Sayın Erdoğan’ı da siyasi parti liderliğine, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan güç, onun İstanbul Büyükşehir Başkanı olduğu dönemde sergilediği başarılı çalışmalarıdır.

    Yeri gelmişken şu iki hususun altını çizmeden edemeyeceğim: Birincisi MHP lideri Sayın Bahçeli’nin, ittifak paralelinde sergilemiş olduğu tavırdır.

    İstanbul gibi, küçük Türkiye sayılan bir metropolde aday göstermemesi ve ittifak yaptığı partinin adayanı destekleyecek olması, eşine çok az rastlanabilir bir alicenaplık ve özveridir. Düşünün ki, böylesi bir tavrı rakip bir siyasi partinin lideri sergilerken, mahut partinin (AK Parti) kendi belediye başkanları bile sergileyememiştir.

    Türkiye’nin dört bir koldan kuşatıldığı bu netameli ortamda, koltuğa yapışmak ve kalkmamak için direnmenin dava adamlığı ile yakından ve uzaktan bir ilgisi olmasa gerektir!

    Sayın Bahçeli’nin tavrı ne denli takdire şayansa; koltukta şeref arayan ve buldum zanneden anılan belediye başkanlarının yerilmesi ve kötülenmesi o denli elzemdir.

    Bakınız; Türkiye’deki tüm kurum ve kuruluşlarının kılcallarına değin nüfuz etmiş FETÖ ile mücadelede, iktidar olsun, muhalefet olsun belediyelerden tık yok! Olan da sade suya tirit kabilinden..

    Türkiye madem bu bela örgüte karşı bir savaş veriyor; işe, yerel yönetimlerde, kirlenerek yıpranmış ve FETÖ’ye teşne olmuş, her kademedeki yerel yöneticileri silerek başlamak lazım.

    Yerel yönetimlerdeki muhalefet partililer de, tıpkı iktidar partililer gibi muktedir olduğundan (akçeli işlerle direkt ilgili olmalarından dolayı), FETÖ’nün buraları boş bırakması düşünülemez.

    Hatta şunu rahatlıkla iddia edebiliriz; tüm akçeli işlerde FETÖ’nün kriptoları, her kademede cirit atmaktadır!

    Bundan dolayıdır ki, mevcut yerel yöneticiler, FETÖ ile gerekli mücadeleyi yapamaz (!), yapmadılar da zaten.

    Ne demişler; eskiye rağbet olsaydı Bit Pazarına nur yağardı!

    Yepyeni sayfalar açmak ve taze başlangıçlar yapabilmek için, yerel kadroların A’dan Z’ye yenilenmesi gerekmektedir.

    İktidar partisi olsun, Ana muhalefet partisi olsun; genel seçimlerdeki tabloyu gördüler.

    Oy kaybetmelerinde en büyük pay yerel yönetimlerdeki performansları ve FETÖ’ye karşı olan duyarsızlıklarıdır.

    Özetin özeti: iktidarın kilidi yerel yöneticilerin elindedir.

  • Çocuk yatağının başucundaki eksik fotoğraf!

    Büyük yazar giderken ardından birbirinden anıtsal bir yığın roman bıraktı. En çok okunan romanı “İnce Memed” olduğu halde, “İnce Memed” en iyi romanı değildir.
    Külliyatına baktığımızda romanın doruklarında gezinen şaheseri “Kimsecik Üçlemesi”dir. Bunu ben değil, bu konunun alimleri söylüyor.
    “Yağmurcuk Kuşu”, “Kale Kapısı” ve “Kanın Sesi”nden oluşan bu üçleme, Türk edebiyatında yazılmış en iyi “korku” romanlarıdır.
    “Korku” derken aklınıza hemen gotik şeyler, canavarlar, cadılar, doğaüstü güçler falan gelmesin; usta bu tür şeylerle ilgili değildi. 
    O bir çocuğun “öldürülme korkusunu” anlatır bu kitaplarda.
    Babası gözünün önünde bıçaklanarak öldürülen küçük bir çocuğun…
    Çocuk geceleri uyuyamaz, babasının katili gelip kendisini de öldürecek sanıyor.

    *

    Bu romanda Yaşar Kemal otobiyografiye çok yaklaşır. Çocukluğunun birçok izi var bu romanlarda. Tıpkı roman kahramanı gibi, onun da babası gözlerinin önünde öldürülmüş hem de ağabeyi bildiği babasının evlatlığı tarafından…
    Babasının ölümünü gören 4 yaşındaki Yaşar, o dakika dilini yutar, 13 yaşına kadar, tam 9 yıl dilsiz yaşar, sadece türkü söylerken çözülür dili.

    Bir gün sormuştum; “Bu romandaki çocuk siz misiniz?” diye.
    Yüzünü biraz daha bana yaklaştırmış, iyice kafama yerleşsin diye sanki kulağıma fısıldamıştı:
    “Beni iyi dinle kuro! Bir hayattan iyi bir roman olmaz. Bana bu üç romanı yazdıran babamın bir cümlesidir. Babam derdi ki, ‘Biz Van’dan Çukurova’ya göçerken yolda çocuk sürüleri gördük.’ Babamın bahsettiği ‘çocuk sürüleri’, Birinci Dünya Savaşı’nda kimsesiz kalmış çocuklardı. Anasız babasız, aç, sefil, öksüz, yetim çocuklar vahşileşmiş, çöle düşmüşlerdi. Babamın hayat hikayesinden çok, babamın bu sözünden yola çıkarak o romanları yazdım.”

    *

    Yaşar Kemal’in babasını öldüren, kendisini dilsiz bırakan Yusuf adlı çocuk, (romandaki adı Selman) babasının yolda gelirken gördüğü çocuk sürüsünün içinden aldığı yaralı bir çocuktur. Yaşar Kemal, doğumundan sonra babasının kendisine karşı beslediği sevgisini kıskandığı için Yusuf’un onu öldürdüğünü söyler.
    Aslında bu bir “ya benimsin, ya kara toprağın” cinayetiydi. Salman babasını öldürdükten sonra cesedin başında, “Beni kabul et! Ne olur kabul et! Ben varım” diye haykırır romanda.

    *

    Yaşar Kemal’in ailesini Van Gölü’nün kenarındaki bir köyden Çukurova’ya göç ettiren şey Birinci Cihan Harbi’ydi. Ruslar Kafkaslar’dan girmiş, Kars, Erzurum derken top sesleri Van’daki köylerine kadar gelmiş; Ruslar gelmeden korkuları yayılmış her yere. Müslüman ahali de düşen her topla birlikte tespih taneleri gibi dağılmış Anadolu topraklarına.
    Eli silah tutan herkes cephelere koşmuş, aileler dağılmış, annesiz babasız kalan çocuklar, cılk yaralar içinde, aç, susuz, perişan, sürüler halinde Anadolu’nun her yerine bir salgın gibi yayılmış.

    *

    Yaşar Kemal’in ailesi Çukurova’ya ulaşıp babası Ermeniler’den boşalmış bir konağı “Yuvası dağılmış bir kuşun yuvası başka bir kuşa yuva olmaz” diyerek kabul etmediği için, Ermeniler’in malını mülkünü dağıtan bir devlet görevlisinin hışmına uğrayıp “kör yılanların cirit attığı” Osmaniye’ye bağlı Hemite köyüne sürüldüğünde; daha sonra hep muhalif, sosyalist gazeteci olarak bilinen Sabiha Sertel sosyoloji eğitimi görmek üzere o sırada Amerika’ya yeni varmıştı.

    1920’lerin başları… O tarihlerde Amerika’da yaklaşık 9 bin kişilik bir Türkiyeli nüfus var. Türkler, Kürtler ve Arnavutlar’dan müteşekkil bu Müslüman nüfusun bir kısmı daha önce gelmiş, bir kısmı da savaş sırasında. 
    Sabiha Sertel, birbirleriyle anlaşamayıp dağınık halde yaşayan, hemen hemen tümü sabun, kürk, gramafon, elektrik, otomobil fabrikalarında, çelik dökümhanelerinde çalışan; Türklerin ayrı, Kürtlerin ayrı birer cemiyette örgütlendiği bu topluluk arasında uzun süre kalır. 
    Amerika’ya ilk göç eden Harputlu Ermeniler’in bir kısmı memlekete dönmüş, Amerika’nın taşı toprağı altındır diye milletin iştahını kabartmış, kara tayın bile bulmakta güçlük çeken Vanlı, Erzurumlu, Sivaslı yoksul ahalinin bir kısmı da ver elini Amerika demiş; o tarihlerde Amerika’da bu Türkiyeli topluluk böyle oluşmuş.

    *

    Bundan sonra anlatacaklarımın tümünü Sabiha Sertel, “Roman Gibi” adını verdiği hatıratında tatlı tatlı anlatır.
    İstiklal Harbi özellikle Ege cephesinde yoğunlaşmış. “Yunanlılar Sakarya’ya kadar gelmişler.” İşte bu sırada Sertel, Ankara’da yaşayan bir arkadaşından bir mektup alır. Arkadaşı mektubunda şunları söyler:
    “Anadolu’da açlık sefalet hat safhada. Binerce kimsesiz çocuk var. Doğu cephesinde anaları, babaları öldürülen çocuklar sürüler halinde sokaklarda geziyor. 90 bin Türk yetimi var.Darüleytamlar (yetimhane) ancak 12 bin çocuk alabiliyor. Amerikalılar yalnız Ermeni çocuklarını yetimhanelerine alıyor, Türkleri, Kürtleri almıyorlar. Siz oradaki Türkleri bu çocuklara yardıma sevk edebilirseniz, memlekete büyük bir hizmet etmiş olursunuz.” (Roman Gibi, s.48)
    Sabiha Sertel önce, birbirine selam vermekten bile imtina eden oradaki Türklerle Kürtleri birbirine yaklaştırmakla işe başlar, Türklerin kurduğu “Teavün Cemiyeti” ile Kürtlerin kurduğu “Hilali Ahmer Cemiyeti”nin azalarından ortak bir komisyon kurar.
    Bu Komisyon, Ankara’dan yetkili birisinin Amerika’ya gönderilmesini talep eder.

    *

    “Gülcemal Vapuru” Amerika’ya giden ilk Türk vapurudur. New York limanında vapura görkemli bir karşılama töreni hazırlarlar Türkiyeliler. Vapurdan şimdiki Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüşen“Himaye-i Etfal Cemiyeti”nin başkanı Dr. Fuat Omay Bey iner. 
    Sabiha Sertel, Dr. Fuat’a tercümanlık yapar, şehir şehir gezerler.
    Gittikleri her şehirde işçiler, “gurbet elde, ateş karşısında, alın teriyle kazandıkları paraları, çakıl taşları gibi masanın üstüne dökerler.”
    100 bin doların üstünde bir para toplarlar.
    O gün için muazzam bir miktar olan bir milyon Türk lirası yani…
    Bağışı yapan fedakar gurbetçilerin tek bir istekleri var.
    “Memlekette kurulacak çocuk yuvalarına, hastanelere fotoğraflarının asılmasını isterler.”(Roman Gibi, s 63)

    *

    Dr. Fuat o paraları Ankara’ya getirdi. Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nun inşa ettiği çocuk sarayları, bakım evleri, hastane, çocuk yuvaları, Amerika’daki işçilerin gönderdikleri işite o paralarla kuruldu.

    *

    Fakat o işçilerin, çocuk yataklarının başucuna asılmasını istedikleri fotoğrafları hiçbir zaman oraya asılmadı.

    *

    Yaşar Kemal doğdu, 17 gün sonra Cumhuriyet ilan edildi. Yaşar Kemal büyüdü; Amerika’ya göç etmiş Türk, Kürt işçilerin alın teriyle kazandıkları paralarla az da olsa dertlerine çare bulunan o “çocuk sürülerinin” romanını yazmak ona nasip oldu.

  • Zeytinyağı mı cinsellik hapı mı?

    Atina Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre zeytinyağı tüketen kişilerde testosteron seviyesinin yüzde 40 daha fazla olduğunu tespit edilmiş. Araştırmanın detaylı sonuçları Avrupa Kalp Birliği’nin önümüzdeki günlerde Münih’te yapılacak toplantısında açıklanacak.

    Zeytinyağı ilaçtır! söyleminden pek hoşlanmam. Zeytinyağı ilaç değil, yağların kraliçesidir. Zeytin meyvesi ile çok sağlıklı bir gıdadır. 
    Ne var ki zeytinyağını cinsel destek veren ilaçlarla mukayese etmek isteyen Atina Üniversitesi’nden bir grup uzman, 600’den fazla erkeğin katıldığı güzel bir araştırma yapmış, araştırmaya katılan erkeklere her gün 9 çorba kaşığı saf zeytinyağı içirmişler. 
    Araştırma bitiminde de bu kişilerde testosteron seviyesinin yüzde 40 daha fazla olduğunu tespit etmişler. 
    Araştırmanın ön sonuçları 29 Ağustos’da Daily Mail ve Telegraph (İngiltere) gazetelerinde yayınlandı. Araştırmayı yöneten Dr. Christian Chrysochou bu neticenin zeytinyağının ve “Akdeniz tipi beslenmenin” sağladığı “yüksek damar koruması” ile ilgili olduğunu açıkladı. 
    Araştırmanın detaylı sonuçları Avrupa Kalp Birliği’nin önümüzdeki günlerde Münih’te yapılacak toplantısında açıklanacak. 
    Tavsiyem şu: Yemeklerde zeytinyağlılar tercih edilecek. Soğuk sıkım zeytinyağı salatalara eklenecek. Kahvaltıda 4-5 değil 10-15 zeytin yenecek, Akdeniz tipi beslenme alışkanlığından da asla vazgeçilmeyecek.

    Yemeğin üstüne çay içilmez mi?

    Çayın içindeki bir maddenin besinlerle kazanılan demiri bağırsaklarda demiri bağladığı ve yemekten hemen sonra içilen çayın demirin emiliminin bozacağı yönünde yaygın bir kanaat var. Bu teorik olarak doğru bir bilgi ama pratikte zannedildiği kadar anlamlı değil. Yemek sonrası çay yasağı olsa olsa ağır demir eksikliklerinde geçerli

    Limonlu su mu sirkeli su mu?

    Limonlu su vücuda alkali güç desteği verme açısından çok değerlidir. Özellikle sabah aç karnına tavsiye edilir. Sirkeyi gıdalara daha çok eklemek de ise probiyotik güç açısından ciddi fayda sağlar. Güne bir bardak ılık limonlu suyla başlayalım. 
    Gün içinde de yiyeceklerimize daha sık ve bol doğal sirke eklemeye özen gösterelim. Ev yapımı sirkeleri tercih edelim.
    Elma sirkesini ise bir tık öne çıkalım. Şeker eklenmiş sirkeleri (nar sirkelerine dikkat) kullanmayalım.

    GÖĞSÜM AĞRIYOR NE YAPAYIM?

    Bu tip ağrılarda, eğer ağrı istirahat halinde geliyorsa ve sizin bilinen bir kalp riskiniz de yoksa hemen telaşlanmanız gerekmez. Diyelim ki hızlı adımlarla merdiven çıktınız ya da hızlı yürüdünüz ve bir ağrı girdi. Oturup dinlenince ağrı geçti. Fakat bu ağrıya terleme, bulantı, kusma ve baş dönmesi de eşlik ediyorsa o zaman korkmak gerekir.

    KALP HASTALARI SEBZE YEMEMELİ Mİ?

    Bu da hurafe bir bilgi. Bu öneriyi egzersiz yaparken izlediğim bir TV programı sırasında ilk defa duydum. Olur da sizin de kulağınıza falan gelirse ciddiye almayın. Tersine kalbinizi korumak için daha çok bitkisel gıda kazanmaya bakın. Halk arasında şöyle bir deyim var: “40’ına kadar aslan ol, 40’ından sonra kuzu olmalısın!” Yani 40’lı yaşlara kadar et ye ama bu yaştan sonra sebze ağırlıklı beslen! Doğru olan budur. Kalp hastası olmamanın yolu sebze ağırlıklı beslenmedir.

    GENÇLERDE KALP KRİZİNİN DAHA ÖLÜMCÜL OLDUĞU DOĞRU MU?

    Gençlerde görülen kalp krizlerinde hastayı kaybetme riski daha yüksektir. İleri yaşta bu riskin azalmasının en önemli nedeni ise, kalp krizine götüren damar probleminin yavaş yavaş gelişmesi, böylece kalbi besleyen yan damarlar oluşması. 
    O damar tıkanınca da görevi diğer damar üstleniyor. 
    Gençlerde görülen krizler damarların tıkanmasına bağlı krizler değil, kalp kaslarındaki kalp kapakçılarındaki arızalardan kaynaklanır.

    SICAK VE NEMLİ HAVALAR KALP İÇİN TEHLİKELİ Mİ?

    Kalp krizi riski yüksek kişiler için sıcak ve nemli havaların tehlikeli olduğu doğrudur. Tansiyonu yüksek olanlar, şeker hastaları, önceden kalp krizi geçirmiş olanlar sıcaklardan çok etkileniyor. 
    Bu kişilerin, çok sıcak saatlerde evlerinden çıkmamaları, güneş altında uzun süre kalmamaları, terle kaybettikleri sıvıyı süratle yerine koymaları ve serin yerlerde istirahat etmeleri gerekiyor.

    KALP KRİZİ RİSKİM VAR YÜRÜYÜŞ YAPABİLİR MİYİM?

    Tansiyon ve kilo probleminiz varsa herhangi bir egzersiz programına başlamadan önce bir uzmana danışmakta fayda var. Risk grubundaki ve özellikle de hali hazırda kalp problemi olan birisinin çok hızlı yürümesi bile bazen tehlikeli olabilir.Sağlıklı birinin beslenmesinde zorunlu bir kural değildir. Bana göre yemeğin üzerine çay, afiyetle içilebilir. Tabii ki abartmamak koşulu ile.

  • Kaşıkçı’nın öldüğünden nasıl bu kadar emin olunabiliyor?

    İlk gün itibarıyla dikkatimi çeken ve hâlâ da titizlikle takip ettiğim Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı olayı gizemini koruyor.

    Büyük çoğunluk, (ki buna polisteki, MİT’teki tüm üst düzey yetkililer dahil) Kaşıkçı’nın Konsolosluğa girdikten sonra öldürüldüğüne inanıyor.

    Enteresan ama söz konusu olayı bizzat araştıran, olayla yakından ilgilenen kiminle görüşsem, konuşsam onlardan, “Yüzde 100 öldürüldü!” ifadelerini duyuyorum.

    Şahsen ben de böyle olduğunu düşünüyorum ama bir yandan da elimizde kesin olarak öldürüldüğüne dair bir kanıt olmadığı için oraya kocaman bir soru işareti koyuyorum.

    Çünkü “Öldürüldü” demek için ya birinin ya da birilerinin çıkıp, “Evet biz öldürdük!” demesi ya da cesedinin mutlaka bulunmuş olması gerekiyor.

    Evet, eldeki donelere, emarelere göre Kaşıkçı’nın kaybından kesinlikle sorumlu olan İstanbul Suudi Arabistan Başkonsolosluğu… Nasıl ve ne şekil bilmiyorum ama adamcağıza ne olduysa o binaya girdikten sonra oldu.

    Ama tüm bu emareler bile beni şahsın, “Yüzde yüz öldürülmüş” olduğu kanaatine vardıramıyor.

    Çünkü belki de öldürülmedi, bir yerlerde canlı olarak rehin tutuluyor.

    BAŞKONSOLOSLUK REZİDANSINDA SAKLIYOR OLABİLİRLER Mİ? 

    Mesela bu yer, Başkonsolosun yaşadığı rezidans yani konut olabilir.

    Öyle ya! Görüntülere yansıyana göre Mercedes Vito marka, camları siyah filmle kaplı bir araç var. Başkonsolosluğa ait bu gizemli minibüs Cemal Kaşıkçı’nın binaya girişinin yaklaşık 2 saat sonrasında Başkonsolosluktan çıkıyor ve 250-300 metre uzaklıktaki Başkonsolos Muhammed El Katibi’nin ailesiyle yaşadığı konuttan içeri giriyor ve 3 gün boyunca da oradan çıkmıyor. (Bir kere bu araç ve o konutta kesinlikle arama, tarama yapılması şart!)

    Ya da diyorum kendi kendime, “Kaşıkçı Suudi Arabistan istihbaratından olduğu kesinleşen o 15 kişilik özel tim tarafından bir biçimde yurt dışına kaçırıldı!”

    Polis ve MİT istihbaratına göre böyle bir şeyin olması asla mümkün değil. Çünkü o 15 kişi Türkiye’den ayrılırken uçakları ve kendileri didik didik aranmış ve bunların tüm kayıtları da mevcutmuş.

    Ben yine de açık bir kapı bırakıyorum bu konuda. Hani belki polisin, MİT’in atladığı çok ufak bir detay vardır. Belki adamı o 15 kişi değil de, başka birileri, başka bir gün yurt dışına çıkardı filan diyorum ama sonra bu olayı soruşturan polis ve istihbarattaki yetkin isimlerin, “Kesinlikle öldürüldü” ifadeleri geliyor aklıma ve soruyorum kendi kendime, “Ortada hiçbir delil yok iken öldüğünden nasıl emin olabiliyor bu insanlar?”

    Çoğunuzun da aynı suali sorguladığından eminim…

    Bilmiyorum siz ne diyorsunuz cevaben sorgunuzda ama Cemal Kaşıkçı’nın öldürüldüğüne kesin gözüyle bakılması nedeniyle benim aklıma iki şey geliyor.

    Birisi şu: Kesinlikle içeriden bilgi alındı… Mutlaka Suudi Konsolosluğu içerisinde mevcut iktidara muhalif olan birileri de vardır. Veya başka ülkelerin istihbaratına çalışan…

    Bu CIA olabilir ya da başka bir istihbarat teşkilatı.

    Belki içeri sızan bu insanlar o binada Kaşıkçı’nın çok feci bir biçimde katledildiğini ve cesedini de yok ettiklerini haber verdi.

    Ve belki bu ihbarı yapan ya da yapanların elinde bir kayıt da vardır. Mesela bu ses kaydı olabilir. Cinayetin işlendiği sırada birileri o andaki sesleri kayda almış olabilir.

    EL CEZİRE’NİN HABERİ DOĞRU OLABİLİR Mİ?

    Ya da diyorum, Kaşıkçı’nın cesedi bulundu…

    Kim bilir belki de dünya çapında saygınlığı ve etkinliği ile bilinen yayın organlarından olan El Cezire’nin 6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan o gece tüm dünyaya, “Cemal Kaşıkçı’nın cesedi İstanbul’da parçalanmış halde bulundu” diyerek son dakikayla duyurduğu haber doğruydu.

    Gerçekten de Kaşıkçı’nın cesedi İstanbul’da bir yerlerde, belki bir ormanda, belki bir yol kenarında ve parçalanmış halde bulunmuş olamaz mı?

    Dersiniz ki, “Ee madem bulundu neden saklıyor Türkiye bunu?”

    Ee çünkü karşıda bu korkunç cinayeti işlediği ayan beyan belli olduğu halde dünya kamuoyunun adeta aklıyla dalga geçen, alenen yalan söyleyen koca bir devlet var ve bu devlet, “Hayır biz yapmadık! Sorumluluk bizde değil!” diyerek kendini temize çıkarma peşinde.

    Mutlaka vardır ellerinde bu cinayeti işleyenlerin nasıl işlediklerini ispat eden kanıtlar ama bence o ceset bulunduğu halde kamuoyuyla bu bilgi paylaşılmıyor ise sebep, Suudilerin eteklerindeki tüm taşları dökmelerini beklemelerindendir.

    Hele bir döksünler… Ne diyeceklerse desinler… Dünya bir görsün bu cinayeti işleyenlerin pervasızlığını, fütursuzluğunu sonrasında da biz çıkalım kamuoyunun önüne ve “Biz bilmiyoruz! Bizim haberimiz yok! Biz değiliz onu öldüren!” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışan Suudilerin maskesini düşürelim!

    Dipnotum: Bu arada sakın bu yazdıklarımı bir kaynağa ya da kesin bir delile dayandırarak kaleme aldığımı düşünmeyin lütfen. Bunlar kendi yorumlarım sadece. Kendi kendime yaptığım sorgulamalardan vardığım bazı senaryolar…

  • Sosyal hayata yeni ayar

    19 Ağustos 2018 tarihli ve 30514 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşları ile Engelli ve Muhtaç Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile 65 yaş aylığının bağlanması açısından artık aynı hanede yaşayan tüm fertlerin gelirleri dikkate alınmayacak. 

    Düzenlemeye göre, 65 yaşını doldurmuş muhtaç, güçsüz ve kimsesiz kişilerin 65 yaş aylığına hak kazanabilmeleri için sadece varsa eşlerinin ve kendilerinin gelirlerine bakılacak ve eşi ve kendisinin geliri asgari ücretin net tutarının üçte birinden düşük olanlara aylık bağlanacak. Bununla birlikte, düzenlemeye göre, eşlerin aynı evde yaşayıp yaşamamaları da dikkate alınmayacak. 

    YÖNETMELİK DEĞİŞİKLİĞİ ÖNCESİNDEKİ ŞARTLAR

    Yönetmelik değişikliği öncesinde, 65 yaş aylığı alabilmek için 3 temel şart söz konusuydu. Buna göre, ilk şart 65 yaşını doldurmuş olmak. İkinci olarak, 65 yaşını doldurmuş olan kişinin aylık alabilmesi için hiçbir sosyal güvencesi olmaması, yani emekli olmaması, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan dul veya yetim aylığı almaması ve herhangi bir işte çalışmaması gerekiyordu. Bu şartlarda yeni yönetmelikle herhangi bir değişiklik söz konusu değil.

    Diğer taraftan, 65 yaş aylığı alabilmek için üçüncü şart ise 65 yaşını doldurmuş olan kişinin yaşadığı hanenin gelirinin belirlenen sınırın altında kalmasıydı. Söz konusu sınır, asgari ücretin net tutarının 3’te biri. Yani, yönetmelik değişikliğiyle bu sınırda herhangi bir değişiklik yapılmadı ancak aylık bağlanmasında dikkate alınacak gelir hane halkının toplam geliri yerine, kişinin ve eşinin geliri olarak belirlendi. Yapılan değişiklikle çok daha fazla sayıda kişi 65 yaş aylığından yararlanmış olacak.

    İŞSİZLİK SİGORTASINDA DA YENİ DÜZENLEME YOLDA

    Geçtiğimiz günlerde açıklanan 100 Günlük İcraat Programı’nda yer alan önemli bir düzenleme, işsizlik sigortasından yararlanmanın esnetilmesiyle ilgili. Programda işsizlik sigortasına hak kazanma şartlarının esnetilerek 12 bin 500 kişinin daha işsizlik ödeneğinden faydalandırılmasının sağlanmasına yönelik bir düzenleme yer alıyor.

    Türkiye’de işsizlik sigortasından yararlanmada yaşanan güçlükler nedeniyle işsizlerin ortalama olarak yalnızca yüzde 10 ila 11’inin işsizlik ödeneğine erişebildiği görülüyor. İşsizlik sigortasından yararlanma kriterleri bakımından OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’nin ağır şartlara sahip olduğunu söylemek mümkün. OECD genelinde işsizlik sigortasından ödenek alabilmek için son yirmi dört ayda, en az on iki ay prim ödenmiş olma şartının geçerli olduğu görülüyor. Buna karşılık, Türkiye’de halihazırdaki düzenlemeye göre işsizlik sigortasından ödenek alabilmek için son yüz yirmi günü kesintisiz olmak üzere son üç yıl içerisinde en az altı yüz gün prim ödenmiş olması gerekiyor.

    Neler değişecek?

    İcraat Programı’nda yer aldığı üzere, işsizlik sigortasına hak kazanma şartlarının esnetilmesi için iş sözleşmesinin sona ermesinden önceki son yüz yirmi gün kesintisiz olarak prim ödemiş olma şartı esnetilecek. Bu anlamda, “kesintisiz olarak çalışmış olma” şartı yerine iş sözleşmesinin devam edip etmediğine bakılacak. Dolayısıyla, Sosyal Güvenlik Kurumu’na eksik gün bildirilmesi durumunda da işsizlik sigortasından yararlanılabilecek. Böylece, 12 bin 500 kişinin daha işsizlik sigortasından yararlanabileceği öngörülüyor.

    İŞSİZLİK ÖDENEĞİ NE KADAR?

    İşsizlik sigortasından alınan işsizlik parası, kişinin son dört aylık prime esas kazancının, yani SGK’ya bildirilen brüt ücretinin yüzde 40’ıdır. 2018 yılı için bir kişiye verilecek en düşük işsizlik parası 805.64 TL’dir. Buna göre, asgari ücretle çalışan bir kişi işsiz kaldığında 805.64 TL işsizlik parası alır. Diğer yandan, işsizlik ödeneğinde de bir üst sınır söz konusu. Bir kişinin brüt ücreti ne kadar yüksek olursa olsun, alabileceği işsizlik parası asgari ücretin yüzde 80’ini geçemez. Bu durumda, 2018 yılı için alınabilecek en yüksek işsizlik ödeneği 1.611,28 TL’dir. 

    YOKSULLUK RİSKİNE KARŞI…

    Yoksulluk riskinin önlenmesinde önemli bir fonksiyon üstlenen işsizlik sigortasından yararlanabilen kişi sayısının artırılmasına yönelik politikalar, işgücü piyasası açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır. Kişilerin kendilerine daha uygun ve daha verimli olabilecekleri işlerde istihdam edilmeleri, yoksulluk riskinin engellenmesi, işgücü piyasasında optimum düzeyde hareketliliğin sağlanması gibi sonuçları olabilecek bu yöndeki politikaların hayata geçirilmesi son derece önemli.

  • İsmet Paşa’ya haksızlık mı yapılıyor?

    Malum, herkes elindeki Amerikan bayrağı üzerinden İsmet İnönü’yü tartışıyor. Başkan Erdoğan daha önce de İnönü’yü, Hitler’e benzetmiş ve çeşitli vesilelerle ona defalarca yüklenmişti. Peki neden?

    Bu sorunun cevabı toplumun çoğunluğu nezdinde İnönü’nün çağrıştırdıklarında gizli. Hâlâ “Geldi İsmet, gitti kısmet” algısı çok güçlü. Erdoğan bunu biliyor ve o nedenle sık sık İnönü’yü hedef alıyor.

    Türk sağ geleneğinde zaten bu tutum çok yaygındır. Kemal Paşa asla en ufak şekilde eleştirilmez ve sürekli İsmet Paşa’ya vurulur. 27 senelik tek parti diktatörlüğü döneminin tüm günahları ona fatura edilir. Muhafazakâr aydınlar da aynısını yaparlar.

    TÜM GÜNAHLAR TEK KİŞİYE

    Ben bilindiği gibi İsmet Paşa zihniyetine tamamen zıt düşünen ve onu sevenlerin de hiç hoşlanmadığı liberal-demokrat bir yazarım. Fakat İnönü’ye bu noktada haksızlık yapıldığını düşünüyor ve rahatsız oluyorum. Üstelik bu haksızlığı sadece sağcılar yapmıyorlar. Rahmetli Attila İlhan gibi birçok Kemalist yazar ya da aynı şekilde Atatürkçü aileler de sıkıştı mı hep aynısını yaparlar. Tüm sevaplar Kemal Paşa’ya, tüm günahlar İsmet Paşa’ya yazılır.

    Kendi ailemden biliyorum. CHP’li ve Atatürkçü bir aileden geliyorum. Amcam CHP’li bir belediye başkanıydı. Hatırlıyorum, bizim ailede bile o dönemden kalma bir sorun konuşulduğunda hep İsmet Paşa yerilir ve Mustafa Kemal’e hiç toz kondurulmazdı.

    İKTİDAR ATATÜRKÇÜLERDEN MEMNUN

    Bir insanı böyle kutsallaştırma yaklaşımı her şeyden önce Atatürk’ün çok önemsediği aydınlanma değerlerine aykırı. Mustafa Kemal’e “Hayat boyu hiç hata yapmamış kutlu insan” muamelesi yapmak akla ve bilime ters. Maalesef günümüz Kemalistlerinin çoğunluğu bilimsel değil dinsel bir bakış açısına sahipler. Atatürkçülüğü bir din gibi benimsiyorlar.

    Öte yandan mevcut iktidarın Atatürkçülerin bu tuhaf durumundan memnun olduğu kanaatindeyim. Muhalefet gücünü domine eden Kemalistlerin bu vaziyeti devam ettikçe AK Parti’nin iktidardan düşme olasılığı yok. Mesela Yılmaz Özdil’in yeni çıkan kitabı gibi ruhani Mustafa Kemal portreleri bugünkü iktidara hizmet ediyor. Fakat bu gerçeği Atatürkçüler maalesef göremiyor…

    Kemalistler, bu kutsallaştırmacı bakış açılarının aslında kendilerini vurduğunu ve kısıtladığını fark etmiyor.

    YAKA PAÇA TUTUKLAMAK NORMAL Mİ?

    Bakın mesela iki gün önce Atatürk’e “Büyük Şeytan” diye hakaret eden bir öğretmen yaka paça tutuklandı. Elbette böyle bir densizlikten sonra derhal memuriyetten atılmalı. Hakkında hakaret davası açılması da gerekir. Ama evine polis baskını yapılıp tekme tokat tutuklanması normal mi? Dediğim gibi, iktidar bu tür olaylara itiraz etmiyor. Bilakis hükümet böyle durumlarda, “Bakın biz hem Atatürk’e hakaret hem Cumhurbaşkanlığına hakaret dosyalarında tutarlıyız” diyebiliyor.

    BU HUKUKSUZLUĞU DESTEKLEYEN MUHALEFET

    Mevcut muhalefetin neredeyse tamamı, en başta da CHP bu yaka paça tutuklanmayı doğru buluyor. Medyada da bu manzaralara hiç itiraz eden yok. Bir ülkenin muhalefeti böyle bir hukuksuzluğu normal bulursa o zaman yarın Başkan Erdoğan’a “Büyük Şeytan” diye hakaret eden biri de tekme tokat tutuklandığında muhalefetin söz söyleme hakkı ve meşruiyeti kalmaz. Böyle bir siyasi denklemin ve muhalefetin olduğu ülkede de özgürlükçü bir demokratik hukuk devleti olamaz. Ancak illiberal seçimsel demokrasi düzeni olur. Nitekim mevcut düzenimiz bu…

    ***

    Her kötülüğün sorumlusu İsmet Paşa mı?

    İşte tablo bu. Atatürk ülkemizin en büyük tabusu iken, habire İsmet Paşa’ya atışın serbest olmasını ben adil bulmuyorum. Mustafa Kemal’i açık açık bir siyasetçinin eleştirmesi hâlâ yasak ve mümkün değil. İsmet Paşa ise hiçbir zaman tabu olmadı bu ülkede. O yüzden son 70 yıllık siyasi tarihimizde sık sık en ağır dille eleştirilebildi. Ayrıca ifade ettiğim gibi Kemalist yazarlar da çoğu zaman İnönü’yü “günah keçisi” ilan etti.

    Mesela, irticanın hatta karşı-devrimin 1938’le birlikte başladığını ileri süren onlarca Kemalist yazar var. 27 yıllık tek parti diktatörlüğünün aşırılıklarının da hesabı genelde sadece İsmet Paşa’dan sorulur. Yine kimi Kemalistler de “Atatürk demokrattı ama kimi faşizan uygulamaları hep İnönü yaptı” deyip Kemal Paşa’yı bu eleştirilerden muaf tutmak ister. Nazım Hikmet’i de İsmet Paşa’nın içeri attırdığı ve Atatürk’ün bunu istemediği gibi yalanlar söylerler.

    TEŞVİK EDİCİ DEĞİL FRENLEYİCİ

    Tek parti rejimi, totaliterlikle otoriterlik arasında salınan bir rejimdi. Nitelikli birçok tarihçimizin belirttiği gibi o dönemin bazı uygulamalarında Mussolini ve Hitler etkisini görmemek de imkânsızdır. Peki, İsmet Paşa mı böyle eğilimlere sahipti? Hep söylendiği gibi bu aşırılıkların kaynağı o muydu?

    O döneme dair karşılaştırmalı okumalar bana bu yargının İsmet Paşa’ya haksızlık olduğunu düşündürtüyor. Bence İsmet İnönü dönemin faşizan icraatlarında “teşvik edici” olmaktan ziyade “frenleyici” işlev görmüş bir isim.

    Karakter olarak daha radikal olan Mustafa Kemal’di kuşkusuz… Elbette gerçek lider karakterli ve siyasi deha sahibi olan da Atatürk’tü. İsmet Paşa tam anlamıyla bir “ikinci adam”dı.

    DİL DEVRİMİNİ 2 YIL GECİKTİRDİ

    Mesela eğer İsmet Paşa tek yetkili olsaydı kesinlikle “dil devrimi”ne imza atmazdı. Kemal Paşa dil devrimi/harf devrimi fikrine kapıldığı zaman kendisine Enver Paşa’nın 1910’lu yıllardaki birbirinden ayrılmış harflerle yazılan Arap yazısını benimseme yönündeki başarısız olmuş saçma teşebbüsünü hatırlatan İsmet Paşa’ydı. O sebeple harf devrimi iki yıl gecikmişti. İsmet Paşa Atatürk’ün bu tür radikal tavırlarına karşıydı ama Kemal Paşa “yapılacak” dedikten sonra da tam bir görev insanı olduğu için alınan karara uyardı…

    İnönü’ye dair bütün dış gözlemcilerin ittifak ettiği bir husus vardır: Paşa tam bir ihtiyat ve itidal insanıdır. Mesela Atatürk’e yönelik suikast girişiminin arkasında büyük bir komplo olduğu fikrini de hiçbir zaman benimsemedi İsmet Paşa. Rauf, Ali Fuat ve Kâzım Paşalara yönelik Atatürk’ün kafasındakileri durduran oydu. Nitekim Mustafa Kemal vefat eder etmez bütün bu Milli Mücadele komutanlarına “iade-i itibar” ederek onları eski mevkilerine getirmek konusunda öncülük eden de İsmet Paşa’dır…

    DOĞRU OLMADIĞINA KANAAT GETİRDİĞİM…

    1972 yılında CHP kongresinden kendi isteğinin dışında bir karar çıkarsa istifa edeceğini vurgulaması ve sonrasında da söz verdiği gibi istifa etmesi, koltuğunu Bülent Ecevit’e vermesi de İsmet Paşa namına hayırla anılacak bir durum bence.

    Uzun süre benim de inandığım ama artık doğru olmadığına kanaat getirdiğim bir nokta da, 1950’de çok partili rejime geçmemize İsmet Paşa’nın “zorunda kaldığı” için razı olduğu görüşü. İsmet Paşa Portekiz benzeri bir modelle “Batı ittifakı”ndan kopmadan diktatörlük rejimini sürdürebilirdi. Bence çok partili rejime geçişte onun ılımlı karakteri etkili olmuştur. Açık söyleyeyim: Öyle bir demokratik yenilgi durumunda kalsa, Mustafa Kemal Paşa, İnönü gibi sorunsuz biçimde iktidarı devredemezdi bence. Elinde böyle bir güç varken iktidarını sandık yoluyla devredecek karakterde biri değildi. Kanaatimce yenileceği bir seçime girmezdi Mustafa Kemal.

    ‘VUR ABALIYA’ MANTIĞI

    Dankwart Rustow’un İsmet Paşa’ya dair “Demokrasiyi mümkün kılmak üzere, elindeki ancak bir diktatörde bulunabilecek güçten feragat eden dünyadaki tek devlet adamı” yorumu ilginçtir. Bence abartılı bir yorum bu, fakat belli oranda gerçeği yansıtıyor…

    Sonuç olarak İsmet İnönü’nün dünya görüşünü benimsemeyen hatta o dünya görüşüne tam zıt fikirlere sahip biri olsam da, adalet ve hakkaniyet gereği İnönü söz konusu olduğunda “Vur abalıya!” mantığından da hoşlanmıyorum.

    Öte yandan Atatürk’ü seven bir insan olarak, herkes tarafından Mustafa Kemal’in de özgürce eleştirilebileceği bir Türkiye istiyorum. Böylece rahmetli İsmet Paşa da “günah keçisi” olmaktan kurtulur.

  • Çalışan ‘emekli’nin aylığı ve tazminatı

    25-30 yıl çalışıp emekli aylığı almaya hak kazanan emeklilerin önemli bir bölümü çalışmaya devam ediyor. Aylık bağlama oranlarındaki düşüş nedeniyle azalan emekli aylıkları yüzünden emeklilik sonrası çalışma artmaya başladı. Diğer yandan, çocukların eğitim hayatının devam etmesi nedeniyle evin geçimi de emeklilerimize kalıyor. Hal böyle olunca pek çok emekli emeklilik sonrası çalışmaya devam ediyor. Peki, emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden kişi işten ayrıldığında kıdem tazminatı alabilir mi ve çalışan emeklinin emekli aylığı artar mı? Bir bakalım…

    1 Ekim 2008 önemli… 

    İlk kez 1 Ekim 2008 sonrasında sigortalı olmuş kişiler emekli olduktan sonra çalışmaya 4/a’lı yani eski adıyla SSK’lı olarak çalışmaya devam etmek isterlerse SGDP ödeyemezler.

    Bu kişiler aylıklarını kestirip bütün sigorta kollarına prim ödeyerek çalışmak durumundadırlar. Dolayısıyla, ilk kez 1 Ekim 2008 sonrasında sigortalı olmuş kişiler emekli olduklarında SGDP ödeyerek çalışma imkanı elde edemeyecekler. Bu kişiler aylıklarını kestirip çalışmak zorunda kalacaklar.

    Kıdem tazminatı alabilir mi?

    SSK’lı olan emekliler, emekli olmaları nedeniyle işverenlerinden kıdem tazminatlarını alabilirler. Bu sebeple, 30 yıl aynı işyerinde çalışan bir kişi emekli olurken 30 aylık brüt ücreti tutarındaki kıdem tazminatını alarak işyerinden ayrılabilir.

    Bu durumdaki kişi emekli olduktan sonra yeniden çalışmaya devam ederse kıdem tazminatını hangi hallerde alabileceği farklılık gösterir. Emekli olduktan sonra SGDP ödeyerek, yani aylığını kestirmeden çalışmaya devam eden bir kişi çalışmasını sonlandırmak istediğinde, emekli olmak nedeniyle kıdem tazminatı talep edemez. Ancak SGDP ödemek yerine aylığını kestirip çalışmaya devam ederse, istediği zaman çalışmasını sonlandırıp işverenden kıdem tazminatı talep edebilir. Dolayısıyla, emekli olup yeniden çalışmaya devam edecek olan kişiler bu tercihi yaparken kıdem tazminatı konusunu da dikkate almalılar.

    SGDP ödeyerek çalışmaya devam eden kişiler, işverenin işten çıkarması halinde ve bazı durumlarda kıdem tazminatı alabilirler. Buna karşılık emekli olmaları sebebiyle istifa edip kıdem tazminatı almaları söz konusu değildir. Bu kişilerin kıdem tazminatlarını alabilmeleri için İş Kanunu’nda belirtilen diğer nedenlerle işten çıkartılmaları veya ayrılmaları gerekiyor.

    Emekli nasıl çalışabilir?

    Emekli olduktan sonra 4/a’lı olarak yani eski adıyla SSK’lı olarak çalışmaya devam etmek isteyenler için belirleyici olan bu kişilerin ilk kez ne zaman sigortalı olduklarıdır.

    1 Ekim 2008 tarihinden önce çalışmaya başlamış veya emekli olmuş kişiler, emekli olduktan sonra 4/a’lı yani bir işverene bağlı olarak çalışmaya devam etmek isterlerse iki seçenekleri söz konusudur. Ya emekli aylıklarını kestirirler ya da sosyal güvenlik destek primine (SGDP) tabi olarak çalışırlar. Sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışan kişilerin ücretlerinden yüksek prim kesintisi olmakla birlikte, söz konusu kişiler emekli aylıklarını almaya devam ederler. Aylığını kestirip çalışan emekli için ise normal bir sigortalı gibi bütün sigorta kollarına prim ödenir.

    Aylık artar mı?

    Emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden kişilerin emekli aylıklarının artıp artmayacağı çalışma biçimlerine göre değişiyor. Emekli olduktan sonra SGDP ödeyerek çalışmaya devam eden kişiler, işlerinden ayrıldıklarında da aynı emekli aylığını almaya devam ederler. Bu dönemde yaşlılık sigortasına prim ödenmediği için emekli aylığı artmaz.  Ancak emekli olduktan sonra çalışmaya devam eden ve aylığını kestiren kişiler için durum farklıdır. Bu dönemde hem aylık almadıkları, hem de yaşlılık sigortasına prim ödedikleri için bu süre sonunda yeniden aylık hesaplanır ve kendilerine bağlanır. Çalışan emekli eğer aylığını kestirip çalışmaya devam etmiş ise çalışma sonlanınca daha yüksek bir aylık alabilir.

    Yargıtay bu konuda ne dedi?

    Yargıtay’ın görüşü, emeklilik nedeniyle işten ayrılan çalışan tekrar aynı işyerinde çalışmaya başlarsa, emekli olunan tarihte kıdem tazminatı ödenmişse, kıdem hakkının sıfırlandığı yönünde. Yani kişi için yeni bir çalışma dönemi başlıyor ve bir yıllık asgari sürenin baştan başlaması söz konusu oluyor. Çalışanın bu işyerinden tekrar ayrılırken ödenecek olan kıdem tazminatının da emekli olduktan sonraki dönem üzerinden hesaplanması gerekiyor.

    Örneğin, çalışan 20 yıl aynı işyerinde çalışıp kıdem tazminatını alarak emekli olmuş ve sonra yeniden aynı işyerinde çalışmaya devam ederek 3 yıl daha çalışmış ise ikinci kez kıdem tazminatına hak ettiğinde yalnızca 3 yıllık süre üzerinden kıdem tazminatı alabilecektir.