Demokratik Kongo Cumhuriyeti çok uzun yıllar boyunca iç savaşın getirdiği acıları yaşadı. Aynı zamanda ülkenin yaban hayatı da bu savaştan derinden etkilendi. Virunga Parkı’ndaki bekçiler canları pahasına bu yaban hayatını korumaya çalışıyorlar.
Kategori: Yaşam
-
Tarihe kayıt düşen haber kameramanları
Türkiye Haber Kameramanları Derneği’nin 21. Zoom Uluslararası Haber Görüntüleri Yarışması ödülleri sahiplerini buldu. Al Jazeera Türk’ten Güray Ervin, röportaj haber kategorisinde birinci oldu.
-
Beşinci kez en güçlü kadın seçildi
ABD’nin ünlü ekonomi dergisi Forbes, Almanya Başbakanı Angela Merkel’i beşinci kez dünyanın en güçlü kadını seçti. Merkel son 12 yıl içerisinde dünyanın en güçlü kadınları sıralamasında on kez ilk 10 arasında yer aldı.
Listede Merkel’in ardından, ABD Dışişleri eski Bakanı ve Demokrat Parti Başkan adaylarından Hillary Clinton listenin ikinci sırasında yer aldı.
Bill Gates’in eşi Melinda Gates üçüncü, ABD Merkez Bankası Başkanı Janet Yellen dördüncü, Otomobil devi General Motors’un Başkanı Mary Barra beşinci, Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde altıncı, Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff yedinci oldu. Listede sekizinci sırada Facebook yöneticisi Sheryl Sandberg, dokuzuncu sırada YouTube yöneticisi Susan Wojcicki ve onuncu sırada ise ABD First Lady’si Michelle Obama yer aldı.
Forbes’un ‘Dünyanın En Güçlü 100 Kadını’ listesindeki tek Türk yine Güler Sabancı oldu. Sabancı listeye 70.sıradan girdi. Güler Sabancı geçen yıl 60.sırada yer almıştı.
-
Zirvede İran’a ağır eleştiri
İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) İstanbul’da düzenlenen 13. Zirvesi sona erdi. Bildiri taslağı hazırlanırken bazı ülkelerin içişlerine karıştığı gerekçesiyle İran’a kınama ve İran’ın desteklediği Hizbullah’a yönelik sert sözler kriz yarattı. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif bu maddelere itiraz etmişti. Kriz sürerken yapılan konuşmalarda mezhepçilik mesajları ön plana çıkmıştı.
Al Jazeera’nin ulaştığı, krize sebep olan taslak metin, zirvenin sonunda İran’ın itirazlarına ragmen kabul edildi.
15 Nisan günü kabul edilen sonuç bildirgesinde öne çıkan maddeler şunlar:
- Müslüman ülkelerin İran ile ilişkilerinin iyi komşuluk ilkelerine dayalı olması ihtiyacına, ülkelerin egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde içişlerine karışılmaması gerektiğine, aradaki husumetlerin İİT, BM ve uluslararası kurallara göre barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğini, şiddet veya tehdide başvurulmaması gerektiğine dikkat çekmektedir.
- İİT, İran’ın Tahran ve Meşhed kentlerinde, diplomatların korunmasına yönelik uluslararası kanunlara, Diplomatik İlişkiler ve Konsolsoluk ilişkilerini düzenleyen Viyana Sözleşmesi’ne açıkça aykırı olan Suudi Arabistan diplomatik temsilciliklerinin saldırıya uğramasını kınamaktadır.
- İİT, Suudi Arabistan’da terör suçu işleyen kişilere yönelik verilen yargı hükümleriyle ilgili İran’ın tahrik edici açıklamalarını reddeder. Çünkü bu açıklamalar Suudi Arabistan’ın içişlerine açık bir karışma sayılır. Bu da BM’nin ve İİT’nin kurallarıyla ve uluslararası kanunlarla örtüşmemektedir.
- İİT, üye ülkelere ve uluslararası topluma yıkıcı etkileri ve çok ciddi sonuçları doğurabileceğinden dolayı, mezhepçi ve zümreci gündemlerin benimsenmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
- İİT, İran’ın bölge ülkelerinin ve Bahreyn, Yemen, Suriye ve Somali gibi diğer üye ülkelerin iç işlerine karışmasından ve terörü desteklemeye devam etmesinden derin üzüntü duymaktadır.
Sonuç bildirgesinde terörle mücadeleye de vurgu yapıldı. Amacı, sebebi ve kaynağı ne olursa olsun tüm terör örgütleriyle mücadele ve İİT içinde kapsamlı bir ‘İslami strateji’ belirlenmesi ihtiyacı belirtildi. “Başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm üye ülkelerin terörizmle mücadele çabalarına destek verildi. Üye ülkeler, İslami askeri koalisyona katılmaya davet edildi” ifadesi yer aldı.
İran’ın destek verdiği Hizbullah’ın eylemleri de ‘terörist eylemler’ olarak tanımlandı:
“İİT, Hizbullah’ı Suriye, Bahreyn, Kuveyt ve Yemen’deki terörist eylemlerinden ve üye ülkelerin güvenliğini, istikrarını tehlikeye atan terörist grup ve hareketlere verdiği destekten dolayı kınamaktadır.”
Zirvenin sonunda Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanan İstanbul Deklarasyonu’nda terör örgütlerinin isimleri arasında PKK, PYD, YPG ve El Kaide de vardı. Ancak sonuç bildirgesinde bu örgütlerden hiçbirine yer verilmedi. IŞİD, Eş Şebab ve Boko Haram yer aldı.
Bildirgede Irak Hükümeti’nin IŞİD’e karşı verdiği mücadele de yer aldı. Siyasi birliğini, istikrarını ve güvenliğini sağlama yolunda destek verildi.
İran ve Suudi Arabistan arasında bir diğer sorun olan Yemen’deki çatışmalarla ilgili olarak da Suudi Arabistan’ın desteklediği meşru Cumhurbaşkanı Hadi’nin meşruiyetine vurgu yapıldı. İran’ın desteğini alan ve Yemen ordusuna karşı savaşan Husilere ise güçlerini geri çekme çağrısı yapıldı.“Lübnan’daki mülteciler kalıcı olmamalı”
218 maddeden oluşan sonuç bildirgesinde Lübnan, Kıbrıs ve Dağlık Karabağ ile ilgili de şu maddelere yer verildi:
İİT Lübnan’da siyasi taraflar arasında yürütülen diyaloğu, siyasi kutuplaşmayı azalttığı ve ortak yaşamı ve ulusal uzlaşı değerlerini derinleştirdiği için memnuniyetle karşılıyor. Lübnan ordusu ve güvenlik güçlerinin çabaları terör ve tekfiri gruplara karşı değerli buluyor. Tüm Arap ve Müslüman ülkelerin, özellikle Suudi Arabistan’ın Lübnan’a olan desteğini olumlu buluyor.
Bildirgede, Lübnan’daki Suriyeli sığınmacıların kalıcı olmaması gerektiği, bunun Lübnan’ın yapısına ve varoluşuna bir tehdit oluşturduğu vurgulandı. Aynı tehdit vurgusu, Suriyeli sığınmacıları Kabul eden Irak ve Ürdün gibi diğer ülkeler için yapılmadı.
Dağlık Karabağ’da Ermeni silahlı kuvvetlerinin işgal bölgesinde yaptığı saldırılar da ‘en güçlü şekilde’ kınandı. Konuyla ilgili olarak İİT içerisinde Dışişleri Bakanları düzeyinde bir ‘temas grubu’ kurulmasına karar verildi.
Daha önce Türkiye ve diğer ülkeler arasında tartışma konusu olan Kıbrıs konusunda ise bir değişiklik yok. Bu bildirgede de daha önceki bildirgelerde olduğu gibi ülkenin ismi ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ değil, ‘Kıbrıs Türk Devleti’ olarak geçti. Müslüman Kıbrıslı Türklere, yaşadığı izolasyona karşı İİT’nin desteğinin altı çizildi.
Suriye’nin bütünlüğü vurgusu
Bildirgede Suriye’deki krizin çözümü için Cenevre’de yürütülen sürecin önemine ve Suriye’nin bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğünün korunması gerektiğine dikkat çekildi. Suriyeliler tarafından yürütülecek bir siyasi geçiş sürecinin sonunda çoğulcu, mezhepçi olmayan, demokrayik ve sivil bir sistemin, hukukun üstünlüğü ilkesine dayanarak kurulması gerektiği belirtildi.
İİT Polis Merkezi kuruluyor
Erdoğan’ın Perşembe günü açılış konuşmasında değindiği polis teşkilatı da bildirgeye girdi. Dışişleri Bakanları toplantısınd Türkiye tarafından önerilen İİT Polis Koordinasyon ve İşbirliği Merkezi İstanbul’da oluşturulacak.
-
Irak ordusu Musul Havalimanı’na girdi
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.
Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.
Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.
Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.
Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da.
-
Cenevre’de görüşmeler başladı
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.
Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.
Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.
Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.
Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da.
-
Barzani neden geliyor?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.
Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.
Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.
Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.
Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da.
-
Centcom’da propaganda
Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdiğini yazdı.
Çevikcan, 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri’nin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın Barack Obama nezdinde “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusuna “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdiğini, “yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni. Vakti saati gelince o da olur” dediğini aktardı.
Serpil Çevikcan’ın Milliyet gazetesinin bugünkü (25 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Erdoğan: Vakti gelince o da olur” başlıklı yazısı şöyle:
‘Erdoğan: Vakti gelince o da olur’
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün güzel bir tören vardı. 2014 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri sahipleriyle buluştu.
Bilimsel yetkinlikleri ve alanlarına uluslararası düzeyde yaptıkları çok önemli katkılar nedeniyle el üstünde tutmamız gereken bilim insanları ödüllendirildi. Törenin Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılması da dikkatle not edilmeli.
Çünkü, dün törenin açılış konuşmasını yapan TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’ın İbn-i Sina’dan alıntıyla söylediği gibi, “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer.” TÜBİTAK Başkanı’nın bu sözlerinin reel politikteki karşılığını da TBMM Başkanı Cemil Çiçek özetledi:
“Uluslararası arenada enleminizi, boylamınızı belirleyecek olan bilimsel çalışmalardır.”
Bilim dünyası ve akademik çevrenin devletin zirvesinde ödüllendirilmesi konusunda bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. Bu töreni Çankaya Köşkü’nün ev sahipliğine geçiren o olmuştu. Nitekim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dünkü konuşmasında selefinin katkısını andı.
TÜBİTAK örneğiyle eleştirdi
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetim, eğitim ve Türkçenin kullanımı açısından manşete aday birçok cümleler barındıran konuşmasının bir bölümü yine paralel yapı üzerineydi.
Türkiye’nin paralel yapıyla mücadelesini kazandığını, bu engelin aşılmasıyla sadece siyasetin ve ekonominin değil eğitimin ve bilimin de önünün açıldığını söyleyen Erdoğan, kendilerine verilen olanakları bilim ve insanlığın yararı için kullanmak yerine vatana ihanet için kullananların bilim dünyasının yüz karaları olduğunu kaydetti. Yakın geçmişi anlatırken, gizli bir yapının TÜBİTAK içinde bünyeyi sardığını belirten Erdoğan, “Bilim üretmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını dinlemek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu. ‘Kriptolu telefon ürettik’ dediler, ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinlediler” dedi.
‘Vakti gelince görüşürüm’
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paralel yapıya dönük olarak dozu uzunca bir süredir azalmayan sert ifadelerini dünkü törende de dinledik. 14 Aralık operasyonunun ardından, Erdoğan’ın hemen her konuşmasında bu konu genişçe yer tutuyor.
Konu, Fethullah Gülen hakkında, kırmızı bülten sürecini de barındıran yakalama kararı çıkmış olması nedeniyle de çok güncel.
Bu nedenle, törenin ardından verilen resepsiyonda, ödül alan bilim insanları ve konuklarla sohbet ederken tokalaştığımız Erdoğan’la bir meklektaşımızın esprisiyle başlayan diyaloğun konusu da bu oldu.
Törende verdiği mesajların üzerine soru yanıtlamak istemediği belli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Fethullah Gülen’in iadesi için ABD Başkanı Obama’ya mektup yazmayı düşünüyor musunuz” sorusuna, “Ben zaten bu konuyu kendisiyle daha önce görüştüm” yanıtını verdi.
Nitekim, benim de takip ettiğim, Galler’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın Obama ile yaptığı baş başa görüşmenin önemli gündem maddelerinden biri Gülen’in iadesi meselesi olmuştu. Erdoğan, o yolculuk dönüşünde, sorularımızı yanıtlarken, iki ülkenin istihbarat kurumlarının bu konuda çalışma yapacağını açıklamıştı.
Ardından, BM Zirvesi’nde de Erdoğan ile Obama bir araya gelmiş ve konunun ele alındığı iddiası da kamuoyuna yansımış, ancak doğrulanmamıştı.
Dünkü sohbet sırasında, Obama’yı kastederek, “Yeni bir girişimiz olur mu?” sorusunu yönelttiğimiz Erdoğan, “Vakti zamanı gelince o da olur” yanıtını verdi. “Yakın zamanda olur mu?” ısrarı üzerine de, “Şimdi konuşturmayın beni” dedikten sonra, “Vakti saati gelince o da olur” ifadesini yineledi.
ABD’nin, Gülen konusunda Türkiye’nin yaklaşımına ne oranda destek verdiğine ilişkin soru işaretleri bir hayli fazla.
Ancak uluslararası boyutu da olan bir adli süreci ifade eden iade ya da deport konusunda hem Erdoğan’ın hem de hükümetin keskin tutumu ortada.
Şu anda hukuki ve diplomatik kuralları belli, ancak uzun bir prosedür yürütülüyor. Bize verdiği yanıttan anlıyoruz ki Erdoğan, bu süreç yürürken, gerekli gördüğü zaman konunun Türkiye için önemini Obama ve ABD yönetimine yeniden hatırlatacak.
Çiçek: Bu konunun görüşülmesi yanlış
Dünkü resepsiyonda, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le de sohbet olanağı buldum. Malum, dört eski bakanla ilgili olarak Yüce Divan’a sevk kararı verip vermeyeceği merakla beklenen Meclis Soruşturma Komisyonu etrafında bir tartışma yürüyor.
Konunun güncel boyutu, Ak Parti grup yönetiminden bazı isimlerin, Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaması için komisyon üyeleriyle görüşme yaptığı iddiası.
Dün bu iddiaları sorduğumuz Çiçek, “Böyle bir bilgi bende yok” dedikten sonra, Meclis Başkanlığı olarak bu sürece müdahil olmadıklarını, 9 Ocak’tan önce kendilerine düşen bir yükümlülük bulunmadığını söyledi.
Çiçek, bir meslektaşımın, “Komisyonun Ak Partili üyeleriyle Ak Parti yöneticilerinin görüştüğüne ilişkin” iddiaları anımsatması üzerine, “Ak Parti yönetimi ile Başbakan ya da komisyon üyeleri soruşturma komisyonunu mu, bütçeyi mi konuştular, bende o yönde bilgi yok. Ancak o görüşmelerde bu konu görüşülmüşse (dört bakanın durumu) doğru değil” dedi.
Çiçek, bu sürece müdahil olduğu yönündeki iddialara karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, İzmir’de bir savcıyı aramasının yargıya müdahale olarak algılandığını anımsatarak, kendisinin komisyon başkanı ya da üyeleriyle yaptığı bir görüşmenin de aynı çerçevede eleştirileceğini söyledi.
Çiçek, yargıda olan bir konunun bu şekilde tartışılmasının doğru olmadığını, ancak Türkiye’de birçok yasa maddesinin ölü hale geldiğini vurguladı.
-
Castro’ya ‘zalim diktatör’ dedi
ABD Başkanlığı’na seçilen Donald Trump, Fidel Castro’nun ölümünün ardından yaptığı yazılı açıklamada, Küba devriminin lideri ve eski Devlet Başkanı Castro için sert ifadeler kullandı.
Daha önce Twitter hesabından “Fidel Castro öldü” yazan Donald Trump, bu paylaşımından 3-4 saat sonra yazılı açıklama yaptı.
Açıklamasında, “Bugün dünya, kendi halkına yaklaşık 60 yıl baskı uygulamış zalim bir diktatörün ölümüne şâhit oldu” ifadelerine yer veren Trump, şu ifadeleri kullandı:
“Castro’nun mirası, idam mangaları, hırsızlık, tarifsiz acılar, yoksulluk ve temel insan haklarının reddi oldu. Bugünün, halen totaliter bir ada olan Küba’da uzun yıllardır yaşanan dehşetin sona ereceği ve mükemmel Küba halkının sonunda hakettikleri özgürlüğe kavuşacağı bir gün olmasını diliyorum.”
Castro nedeniyle yaşanan ölümler ve trajedilerin silinemeyeceğini belirten Trump, başkanlığı döneminde Kübalıların refah ve özgürlüğe ulaşmaları için her türlü çabayı göstereceğini de belirtti.
Donald Trump, seçim kampanyası döneminde ABD Başkanı Barack Obama’nın Küba ile ilişkilerin düzeltilmesine yönelik attığı adımları sert bir şekilde eleştirmişti.
Başkan Yardımcılığına seçilen Mike Pence de sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “tiran” diye nitelediği Castro’nun ölümüyle Kübalılar için yeni umutların aydınlanmaya başladığını savundu.
-
Amerikan polisinin şiddet kültürü nereye dayanıyor
ABD’nin Maryland eyaletine bağlı Baltimore şehrinde gözaltındayken omurgasından ciddi şekilde yaralanarak hayatını kaybeden 25 yaşındaki Freddie Gray için Cumartesi günü adalet çağrısıyla barışçıl protestolar düzenlendi. Ardından, eylemcilerin bir kısmı, yaşadıkları hayal kırıklığını daha somut şekilde ifade etme yoluna gitti. Gray’in cenaze töreninin yapıldığı Pazartesi günü gerilimin tırmanmasıyla birlikte şehrin batısında gece boyunca devam eden bir ayaklanma çıktı.
Baltimore’da bunlar olurken medya da isyanlardaydı. Protestocuların Cumartesi gecesinden itibaren “şiddet”e yöneldiği ve “yıkıcı” eylemler içine girdiği söyleniyordu. Olayları ilk önce “magandalık” olarak nitelendiren ABC News, hemen sonrasında manşetini “Freddie Gray protestoları şiddet eylemine dönüştü” şeklinde değiştirdi. Muhafazakâr görüşlü haber sitesi Breitbart.com ise editöryal sınırları aşarak “Savaş bölgesi: #BlackLivesMatter eylemleri tırmanırken, Baltimore şiddet ve kaosa sürükleniyor” başlığını attı.
Yaralama ve vurma eylemlerinin faili Amerikan kolluk kuvvetleri, yaptıkları şeyler ne kadar acımasızca olursa olsun, halkın öfkesine karşı daima medya ve siyasetçilerin koruması altında.
Pazartesi günü kitleler ayaklanınca, Anderson Cooper 360 programına katılan CNN’in hukuk analisti ve New York muhabiri Jeffrey Toobin de Baltimore’u yerden yere vurma fırsatını kaçırmayarak şöyle dedi: “Protesto, onurlu bir eylem; ama yağma ve suç için aynı şeyi söyleyemeyiz. Baltimore bugün kendini küçük düşürdü.” Belli ki Toobin açısından Pazartesi gününe kadar rezalet ya da suç niteliği taşıyan hiçbir şey olmamıştı; kentte yıllardır yaşanan ırkçı polis şiddeti bahsetmeye değecek derecede büyük bir rezalet değildi. Oysa o şiddetin mağdurlarıarasında gençler, hamile kadınlar, seksen yaşında nineler bile vardı.
Sonunda medya, protestocuların senaryoya göre hareket ettiği çıkarımına vardı. Amerika‘daki siyah toplulukları sadece polis tarafından kontrol altına alınabilecek bir risk olarak gören o malum senaryodan bahsediyorum. Polise sosisli sandviç ve sos atmak, polis araçlarını parçalamak, mağaza vitrinlerini kırmak en azından insan hayatı açısından bir kişiyi omuriliğinden ağır yaralamaktan ya da silahsız bir adamı sırtından defalarca vurmaktan elbette daha az zarar verici, ama olsun! Bahsettiğim yaralama ve vurma eylemlerinin faili Amerikan kolluk kuvvetleri, yaptıkları şeyler ne kadar acımasızca olursa olsun, halkın öfkesine karşı daima medya ve siyasetçilerin koruması altında.
Öte yandan devlet ağzıyla yapılan açıklamalar da türlü tuhaflıklarla doluydu. Mesela geçen hafta Baltimore polis sendikasından yapılan açıklamada, Gray adına düzenlenen protestoların barışçıl olduğu söyleniyor, ancak diğer taraftan eylemciler için “linç çetesi” tabiri kullanılıyordu. Bunu duyan Drexel Üniversitesi’nden öğretim üyesi George Ciccariello-Maher, Twitter’da yayınladığı mesajla tepkisini ortaya koydu: “Bir saniye, kafam basmadı.”
Gray ailesinin avukatı, Freddie Gray’in 12 Nisan günü gözaltına alınmasına sebep olan durumun “siyah bir vatandaş olarak koşması” olduğunu söyledi. Raporlara göre, genç adam sebepsiz yere polisten kaçmış ve yakalanarak bir polis minibüsüne bindirilmişti. Gözaltında bulunduğu süre zarfında bir noktada omurgasından ağır biçimde yaralanan Gray, kaldırıldığı hastanede bir hafta komada kaldıktan sonra hayatını yitirdi. Gray’in üzerinde yasalara uygun boyutta bir çakı bulundu.
Polisten kaçmak pek de muhtemel bir sebep teşkil etmemekle birlikte, Yüksek Mahkeme, böyle bir hareketin “suç oranının yüksek olduğu bir bölgede” gerçekleşmesi hâlinde polis tarafından gözaltına alma gerekçesi sayılabileceği görüşünde. Oysa “Suç oranının yüksek olduğu bölge” tabiri, işinize geldiği şekilde yorumlayabileceğiniz, son derece muğlak bir tanım.
Polis, siyahları potansiyel suçlu görüyor
Geçen Cumartesi günü Gray için düzenlenen protesto eylemlerinden birine ben de katıldım. Eylem, Gray’in gözaltına alındığı o “suç oranın yüksek olduğu bölgede”, Baltimore’un batısındaki Presbury ve North Mount caddelerinin kesiştiği noktada başladı. Grup daha sonra Western District polis merkezine, oradan da şehir merkezindeki Belediye Sarayına ilerledi. Eylemin başladığı noktada, Gray’in yakınları konuşma yapmak için mikrofona çağrıldı. Konuşmacılar arasında Gray’in eski komşularından biri de vardı. Bazı sağlık sorunları yaşadığını ve Gray’in kendisiyle sürekli ilgilendiğini anlatan adam, Gray’e daha birkaç gün önce hayatta çok iyi yerlere geleceğini, çünkü insanlara saygılı olduğunu söylemişti.
Eylemde söz alanlardan Baltimore doğumlu papaz Gralan Hagler da kolluk kuvvetlerinin uzun yıllardır siyahları canavarlaştırmayı adet hâline getirdiğinden yakınarak, Amerikan polisinin İsrail’de aldığı eğitimler neticesinde baskıcılığın dozunu sürekli arttırdığını ifade etti. Nitekim sivil özgürlükleri ve insan haklarını engelleme konusunda engin tecrübe sahibi olan İsrail, bu özelliğiyle polise giderek daha militarize bir nitelik kazandırılmasında ideal bir suç ortağı. Polisin askerîleşmesinin olumsuz etkilerinden biri de, yerli halkın bazı kesimlerinin bir süre sonra düşman askeri gibi görülür hâle gelmesi.
Gerilimin iyice tırmanıp Baltimore’lu gençlerin polis araçlarını taş yağmuruna tuttuğu Pazartesi günü gördüğümüz manzara, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşananlara ürkütücü derecede benziyordu; ki Amerikan polisinin İsrail modeline uygun şekilde askerîleştirilmesine tanık olan hiç kimse buna şaşırmamıştır.
Polisin ırkçı şiddet eylemleri çoğu zaman göz önünde yaşanmıyor. Şubat ayında akli dengesi bozuk bir kadın mahkumun el ve ayaklarından kelepçe ve zincirle bağlı olduğu halde elektroşok tabancasıyla öldürülmesi buna bir örnek. Ancak ortadaki manzara, (Breitbart.com’un öngördüğü şekilde olmasa da) bir savaş bölgesinde yaşadığımızı anımsatmaya yetecek kadar militarize. Cumartesi tüm gün tepemizde dönen polis helikopterleri ve insansız hava araçları adeta şu izlenimi veriyordu: Siyahların eylem yapması, cezayı hak eden bir suç olabilir.
Gerilimin iyice tırmanıp Baltimore’lu gençlerin polis araçlarını taş yağmuruna tuttuğu Pazartesi günü gördüğümüz manzara, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşananlara ürkütücü derecede benziyordu, ki Amerikan polisinin İsrail Savunma Kuvvetleri modeline uygun şekilde askerîleştirilmesine tanık olan hiç kimse buna şaşırmamıştır.
Hagler, konuşmasında “siyah-beyaz sorununu unutun, asıl mesele mavide, yani polis üniformasının renginde” derken haklıydı. Günümüzde polisin davranışları, adalete engel teşkil ederken, siyahların orantısız bir biçimde toplumun daha alt basamaklarını doldurduğu bir ortamda, ırk ve sınıfa dayalı bir baskıyı da dayatıyor.
Gray ölmeden beş gün önce, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin Irksal Adalet Programı Direktörü Dennis Parker, ABD’de son dönemde silahsız siyah vatandaşların katledilmesini örnek göstererek “polis şiddeti” kültürünü kınamıştı.
Beyaz ırktan olmayanlara karşı aşırı güç kullanan polislerden hesap sorulmamasının, bu olumsuz durumun kalıcılaşmasına neden olduğunu söyleyen Parker, bu kültür yok edilmediği müddetçe, şimdilerde medyanın manşetlerinden inmeyen polis şiddeti hikâyelerinin sona ermeyeceği, aileleri ve toplumları parçalamaya devam edeceği uyarısında bulunuyordu.
Bu yüzden polis araçlarına ve devlet şiddetinin diğer simgelerine zarar verilmesinde aşırı trajik bir taraf göremiyorsak bizi mazur görün. Medyanın yarattığı histeri, dikkatlerin esas suçtan, yani mevcut durumu koruma gayretinden başka bir yöne kaymasına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor.